'Kovboylara Bozlak Okutan Adam'ın hikâyesi
Türkiye sinemasının kurucu isimlerinden Halil Kâmil'in hayatı Ali Özuyar tarafından 'Kovboylara Bozlak Okutan Adam' adıyla kitaplaştırıldı. Özuyar'la Halil Kâmil'i ve sinema tarihini konuştuk.
DUVAR - Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü’nde okuduğu yıllarda sinema yazıları yazmaya başlayan Ali Özuyar, o tarihten beri bu uğraşını sürdürüyor. Yazdığı kısa yazılardan hareketle kitaplar kaleme alan ve toplamda 10'un üzerinde kitabı yayımlanan Özuyar, eğitimini aldığı tarih ile büyük tutkusu sinemayı harmanlayan çalışmalar üretiyor. 2011 yılında büyük hobisini, Mahur Özmen’le birlikte "Adalet Oyunu" isimli bir uzun metraj sinema filmi ile taçlandıran Özuyar, son olarak Türkiye sinemasının ilk yapımcılarından Halil Kâmil’in biyografisini konu alan bir kitap kaleme aldı: 'Kovboylara Bozlak Okutan Adam' .
Ali Özuyar ile Doruk Yayınları tarafından 'Kovboylara Bozlak Okutan Adam'ı konuştuk.
'YÖNETMEN TEK BAŞINA BİR ANLAM YARATAMAZ'
Tarih öğrenimi görmüş olsanız da yirmi beş yıldır sinemanın geçmişini irdeleyip, kenarda kıyıda kalmış durum, olay ve kişileri merceğinize alıyorsunuz. Siyasal, askeri, kültürel, ekonomik ve sosyal olandan ziyade sanatsal tarihe ilgi duymanızı sağlayan şey nedir?
Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nin tarih bölümüne başladığımda serde sinemacı olmak vardı. Hala da öyle… Ama tarihi de sevdim. Neden ikisi de bir arada olmasın? Fakültenin tarihinde dekanlıktan destek görerek kısa film çeken ilk kişi benim herhalde. Ayrıca tez hocam Sayın Kurtuluş Kayalı’yı da ikna ederek lisans tezimi de sinema-tarih bağlamında aldım. Hatırımda kaldığı kadarıyla adı 'Ulusal Devletin Oluşumunda Sinemanın Etkisi' idi. Her şey bu teze başlamamla, daha doğrusu Milli Kütüphane’de kimsenin varlığından haberdar olmadığı 1915 tarihli Osmanlıca bir sinema dergisini keşfetmemle başladı. Mevcut sinema kitaplarında sinemamızın erken döneminin, 1895-1923 yılları arasındaki dönemi kastediyorum, üstün körü ele alındığını gördüm. Osmanlı Arşivi’ndeki belgeleri fark etmemle birlikte bu alana yoğunlaştım ve sizin de belirttiğiniz gibi bunun üzerinden yaklaşık yirmi beş yıl geçmiş...
Asıl sorunuza gelirsek, ben insanı olumlu yönde değiştiren, geliştiren ve insanda farkındalık oluşturan yegâne olgunun sanat olduğuna inanıyorum. Bu zamana kadar, bir arkadaşımla birlikte, tek bir sinema filmi çektim o da geçen yıl kaybettiğimiz usta oyuncu Erol Keskin ve Mustafa Uğurlu’nun başrollerini paylaştıkları "Adalet Oyunu" adlı filmdi. Asıl olan elbette sinema filmi çekmek. Lakin bunun kadar önemli bir diğer unsur da sinema sektörünü var edenlerin hikâyesini anlatmak. Yönetmen elbette önemlidir ama tek başına bir anlam yaratamaz. Geçenlerde dijital platforma da el atan Paramount’un "Godfather" filminin çekim sürecini anlatan "The Offer" dizisini izledim. O dizide gördüğüm şey "Godfather"ı yaratanın yönetmen Francis Ford Coppola’dan çok bu filmi yapmak için hayatını riske atan yeri geldiğinden New York mafyasıyla çatışan, Marlon Brando’yu ikna eden, şirketin üst yönetimiyle restleşen yapımcı Albert S. Ruddy idi. On bölümlük bu dizi, sadece Ruddy’nin bu film özelindeki hikâyesini anlatıyordu. Ruddy, bir film yıldızı ya da yaratıcı bir yönetmen değil sadece bir yapımcıydı. Onun zekâsı, tutkusu ve inadı olmasaydı "Godfather" gibi bir sinema klasiği olmayacaktı. Ama "Godfather" denildiğinde Ruddy’nin değil Coppola’nın adı bilinir.
Bizim sinemamızda da durum üç aşağı beş yukarı aynıdır. Örneğin Yılmaz Ali’nin polisiye türü ve yönetmenin Faruk Kenç olduğu bilinir ancak onun yapımcısının 'Kovboylara Bozlak Okutan Adam' adlı kitabımda konu edindiğin Halil Kâmil olduğu bilinmez. Bizim sinemamızda Halil Kâmil nezdinde sektörü var eden daha birçok isim var ve biz bunlara sinemamızın gizli kahramanları diyoruz. Dolayısıyla da bu kahramanların hikâyesinin anlatılması, bilinmesi gerekiyor.
Sizin de belirttiğiniz gibi Halil Kâmil, sektördeki diğer yapımcılara nazaran daha az görünen biri. Türkiye Sineması’na yapımcı kavramını kazandıran üç kişiden biri olmasına rağmen neredeyse hiç bahsi geçmeyen bir figür. Gazetelere hiç röportaj vermemiş. Çocuğu yok, tanıkların birçoğu hayatını kaybetmiş. Kitabı yazarken nasıl bir çalışma izlediniz?
Bu söyledikleriniz çok doğru. Halil Kâmil, İpekçi ve Seden Kardeşler'den sonra yapımcı olarak sinemamızın üçüncü ismidir. Onlardan daha fazla risk almış, sektöre yeni yönetmenler, kameramanlar, oyuncular, sesçiler kazandırmış, çok daha önemlisi sektöre girecekler için umut olmuş ve onları cesaretlendirmiştir. Maalesef sinemamızın tarihinde İpekçiler ve Sedenler kadar yer bulamamış, daha doğrusu yer verilmemiş bir yapımcı.
Dediğiniz gibi Halil Kamil’in bir çocuğu yok; daha da ilginci onu tanıyanlar da sadece oturduğu ve kendi adını taşıyan apartmanın adını biliyorlar. Gazetelere de hiç röportaj vermemiş. Dolayısıyla da onun hikâyesini yazmak -ki bunu mutlaka yapmalıydım- iğneyle kuyu kazmak gibi bir şey oldu. Kitabın önsözünde de belirttiğim gibi onun ve sahibi olduğu HA-KA Film’in izlerini, daha çok da süreli yayınlardan takip ederek onun bir portresini çıkardım. Kişisel hayatı ve karakteriyle ilgili neredeyse hiç bilgi olmadığından onun daha çok sinemacı kimliği üzerinde durdum.
Osmanlı Devleti’nin yıkılması ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması döneminde ülkede nasıl bir sinema ortamı vardı?
Yerli film yapımı hariç, sinemanın merkezi olan İstanbul’da her zaman canlı ve gelişmekte olan bir sinema ortamı vardı ve bu ortam son derece kozmopolitti. Şehrin, İstanbul, Kadıköy, Galata ve Bakırköy bölgelerinde Rum, Ermeni, Yahudi, Rus, İtalyan ve Türk kökenli müteşebbisler, film gösterimi alanında faaliyet gösteriyorlardı. Özellikle de mütareke ve işgal yıllarında bu ortam daha rekabetçi bir hal aldı. Bunda işgal kuvvetlerinin şehirde yarattığı karmaşa ortamı ile keyfi ve baskıcı uygulamalarının başat bir rol oynadığını görüyoruz. Tiyatro, operet ve varyete gibi bilumum sahne gösterilerinin icra edildiği mekânlar ile sinema salonları esaret altındaki bir toplumun nefes aldığı ve sığındığı yerler haline geldi. Sinema, bu sahne gösterilerine nazaran daha ucuz bir eğlence ve kaçış olanağı sunuyordu. Ayrıca sinema programları da Amerikan yapımlarının yoğunluk kazanmasıyla tür ve içerik olarak daha da renklenmiş ve her kesimden seyirciye hitap eder hale gelmişti. Sinema işletmeciliği eskiye nazaran daha çok kazandırıyordu.
Erken Cumhuriyet Dönemi’nde de bu gelişim sürdü. Film ithalatı, dağıtımı ve gösterimi sektörün sacayağını oluşturuyordu. Özellikle de film dağıtımı ve gösterimi konusunda sektöre her geçen gün yeni isimler ve şirketler dâhil olarak rekabetin dozunu daha da arttırıyor ve film şirketleri en iddialı Avrupa ve Amerikan yapımlarını ithal etmek için birbirleriyle yarışıyorlardı. Öyle ki birçok yabancı film, Avrupa’dan önce Türkiye’de gösterime giriyordu.
Ulusal bir devletin inşa edilmeye başlandığı bu yıllarda gelişmekte olan sinema sektörünün mali ve hukuki açılardan ayrıca mülki ve yerel idarelerin keyfi uygulamalarından kaynaklanan birtakım sorunları olduğu gibi Türkiye’nin Edebiyat ve Sanat Eserlerinin Korunmasına İlişkin Bern Sözleşmesi’ni imzalamamış olması sektöre önemli fırsatlar sunuyordu. Herhangi bir film şirketi ithal ettiği bir filmi süresiz olarak gösterme ve işletme hakkına sahip olduğu gibi, başta isim olmak üzere, üzerinde her türlü değişikliği yapabiliyordu. Hollywood yapım şirketleri bu durumdan son derece rahatsızdı.
Halil Kâmil bu ortama nasıl dahil oldu?
Halil Kâmil, sinema sektörüne girmeden önce Sirkeci Sanasaryan Han’da gramofon ve plak ticareti yapıyordu. 1920’lerin başında Almanya’ya yaptığı bir seyahat, film ithalatçılığına başlamasında etkili oldu. Cemil Filmer’in bahsettiğine göre, bu seyahatlerin birinde Harb-i Umumi adlı bir film getirdi ve bu film İstanbul’da hasılat rekorları kırdı, günlerce bu filmden bahsedildi. Kâmil bu filmin gördüğü ilgiden cesaret alarak gramofon ve plak ticaretinin yanında, film ithalatçılığına da başladı. 1928 yılında sinema piyasasına daha yakın olmak için film ithalatçısı şirketlerin adeta merkezi olan Galata’da Bankalar Caddesi’nde bir büro açtı. Aynı yıl içerisinde birkaç ortakla birlikte Fanamet Film Limitet Şirketi’ni kurdu. Bu şirket gayriresmî olarak Paramount, First National ve Metro Goldwyn filmlerini dağıtıyordu. Ancak şirket ortaklar arasında çıkan bazı anlaşmazlıklardan dağıldı ve Kâmil de yine aynı yıl içerisinde kendi adını taşıyan Halil Kamil (HA-KA) Film’i kurdu. Kamil, HA-KA Film ile Amerikan First National, Alman UFA ve Deutsche Film’in yapımlarını dağıtmaya başlıyor. Ardından Majik Sineması’nı kiralayarak sinema işletmeciliğine soyunuyor.
'BAHRİYELİ HÜSEYİN, ROY ROGERS VE GENE AUTRY'YE AZ MI GAZEL SÖYLETTİ?'
Halil Kâmil, ilk olarak yabancı filmlere dublaj yaptırarak yapımcılığa soyunuyor. Öyle ki bu çabası intihale kadar gidiyor. Bir filmi Türkçe seslendirdikten sonra, ekstra görüntüler çektirip yerli film olarak vizyona sokturuyor. Nasıl gelişiyor bu süreç?
1930’lu yılların başlarında İpekçiler Türk sinema sektöründe güçlü bir tekel kurmuşlardı. Film yapımı, seslendirme, teknolojik yenilikler ve yatırım konularında mücadele edebilecekleri bir rakipleri yoktu. Darülbedayi’nin yöneticisi olan Muhsin Ertuğrul ve onun emrinden çıkmayan kurum oyuncuları da onlarla çalışıyorlardı. İpekçiler, Nisan 1932’de Nişantaşı Vali Konağı Caddesi’nde Türkiye’nin ilk sesli film stüdyosunu (İpek Film Stüdyosu) kurmuşlar ve aynı yıl içerisinde, aktüalite ve jurnal olarak da bilinen haber filmlerinin yapımına başlamışlardı. Jurnal filmler bu tarihlerde oldukça revaçtaydı; birçok sinemada ana programlara ilave olarak Paramount, Fox, Eclair ve UFA yapımı jurnaller gösteriliyordu. Türk seyircisi, ülkesinde yaşanan kimi olayları bu şirketlerin jurnal filmlerinden öğreniyordu. İpekçiler de sesli film stüdyolarını kurduktan birkaç ay sonra İpek Film Gazetesi adıyla jurnal film yapmaya başlamışlardı.
Halil Kamil’in amacı, İpekçiler’in tekeline son vererek sektörün lideri olmaktı. Bunun için onların attığı her adımı yakından takip ediyordu. Atması gereken son adımsa İpekçiler gibi sesli bir film stüdyosuna sahip olmaktı. Bunun için 1934 yılında Şişli Büyükdere Caddesi’ndeki Del Piano Garajı'nı Emlak ve Eytam Bankası’ndan satın alarak burada Türk Film Stüdyosu’nu kurdu. Önce İpekçiler gibi önce jurnal filmler ardından da film dublaj işlerine başladı. Kurmaca film yapımına başlamadan önce Sovyet yönetmen Esther Shub ile birlikte "Türk İnkılabında Terakki Hamleleri" adlı bir belgesel film yaptı. Bu filmin elde ettiği hasılat, Kamil’in 1939 yılında kurmaca film yapımına başlamasında etkili oldu.
Halil Kamil’in bahsettiğiniz düzmece yerli filmlerine gelince onun bu yola sapmasında Opera Film’in ithal ettiği ve İpekçiler’in 1932’de yerlileştirdikleri "Tell England" filmi etkili oldu. "Tell England", İngilizlerin ağır yenilgisiyle sonuçlanan Gelibolu Savaşlarını konu edinen bir filmdi. Anti militarist söylemi ve gerçekçi muharebe sahneleriyle dikkat çekiyordu. İpekçiler bu filmi önce kendi stüdyolarında Türkçe olarak seslendirdiler. Ardından da filme ilave sahneler eklemek için çalışmalara başlandı. Bu sahnelerin canlandırılmasında Ziya Şakir, Refik Kemal Arduman, Adalet Cimcoz ve ünlü seslendirme sanatçısı Ferdi Tayfur oyuncu olarak rol aldılar. Çekilen sahnelerin kurguda filme dâhil edilmesiyle ilk kez yabancı bir film, tuhaf bir yöntemle yerlileştirilmiş oldu. Filmin adı da Çanakkale olarak değiştirildi. Kamil de bu filmin gördüğü ilgiden hareketle aynı yöntemi denedi ve bunda başarılı da oldu. 1939 yılında konusu Kafkasya’da geçen bir Sovyet filmini yerlileştirerek bunun ilk örneğini verdi. Orijinal filmin diyalogları kurulan hikâyeye göre yeniden yazılıp seslendirildi. Şark esintileri vermek için Artaki Candan, Sadi ve Zeki Beyler tarafından besteler yapıldı ve bunlar kalabalık bir musiki heyeti tarafından icra edilip dönemin tanınmış isimlerince seslendirildi ve bu film Yeniçeri Hasan adıyla Taksim Sineması’nda gösterime girdi.
Kamil’i bu konuda sektörde efsane haline getiren olay ise 1949 yılında B-sınıfı, şarkılı Amerikan kovboy filmlerine Türkçe müzik yaptırması oldu. Bu tarihlerde Amerikan country müziğinin en önemli temsilcileri arasında yer alan Gene Autry ve Roy Rogers’ın başrolünde oldukları, bol şarkılı, romantik, eğlenceli ve aksiyon dolu kovboy filmleri ABD’de büyük bir ilgi görüyordu. Süreleri 50-70 dakika arasında değişen, az ve basit diyaloglarla bu kovboy filmlerine dublaj yaptırdı ve haliyle de iki kovboyun filmde söylediği şarkıları halk müziğini kullanarak Türkçeleştirdi. Bu, o tarihe kadar sektörde görülmemiş bir durumdu. Dönemin tanıklarından Osman F. Seden’in aktardığına göre, Halil Kamil’in dublajını yaptırdığı bu kovboy filmlerinin listesi elden ele dolaştı ve uzun zaman piyasanın mizah kaynağı oldu. Liste her ne kadar sektörde mizah konusu olsa da kısa bir süre sonra Halil Kamil’in bu konuda ne kadar öngörülü davrandığı anlaşıldı. Türkçe şarkılar söyleyen ve bozlaklar okuyan bu kovboyların filmleri Anadolu sinemalarında müthiş bir ilgi gördü. O yılların meşhur gazelhanlarından Bahriyeli Hüseyin, Roy Rogers ve Gene Autry’ye az mı gazel söyletti? “Oh My Darling Clamentine”, “Mexicali Rose” veya “From His Valley You’re Parting They Saying” kaç kez “Bakıyor Çeşmi Siyah” haline geldi.”
Halil Kâmil ilginç bir kişi… Girişimci ve risk almayı seven bir yapımcı. Bu yönünden hareketle sektörde yer bulamayan pek çok isme de yer veriyor. Endüstriyel bağlamda bakıldığında bu durum Türkiye sinemasını nasıl etkiledi?
Halil Kâmil yerli film yapımına başladığı 1930’lu yılların başında bu işle uğraşan yegâne şirket İpek Film’di. Kemal Film 1924’ten itibaren film yapımını durdurmuştu. İpekçiler, Muhsin Ertuğrul’la yaptıkları iş birliği sonucunda sektörde bir tekel kurmuşlardı. Türkiye’de 1939’a kadar, Nâzım Hikmet’in yönettiği "Güneşe Doğru" (1937) hariç, çekilen tüm filmleri Muhsin Ertuğrul yönetti, bu filmlerde onun güdümündeki Darülbedayi (İstanbul Şehir Tiyatrosu) oyuncuları rol aldı ve yapımlarını İpek Film üstlendi. İpekçiler, 1931’de "İstanbul Sokaklarında" adlı filmle Türkiye’de sesli film yapımını başlattılar ve bir yıl sonra da Türkiye’de ilk sesli film stüdyosunu (İpek Film Stüdyosu) kurdular. İşte Halil Kâmil, İpekçilerin zirvede oldukları bir ortamda onlarla rekabet ederek kurmaca yerli film yapımına başladı. Kurmaca film yapımına geçmeden önce Şişli’de Türk Film Stüdyosu (HA-KA Film Stüdyosu) açtı. Önce aktüalite ve ardından "Türk İnkılabında Terakki Hamleleri" adlı bir belgesel film yaptı. İpekçilerle rekabetin bir sonucu seslendirme faaliyetlerine hız verdi ve yapımcı olarak 1939 yılında Faruk Kenç ile HA-KA’nın ilk sinema filmi olan "Tosun Paşa"ya imza attı. Bu filmle birlikte Türk sinema sektöründe yönetmen olarak Muhsin Ertuğrul’un, yapımcı olarak İpekçiler’in ve Darülbedayi oyuncularının tekeli yıkılmış oldu.
Halil Kâmil, İpekçiler’in aksine, risk alan ve tüccar refleksi olan güçlü bir girişimciydi. Asla ipekçiler gibi tek bir yönetmen ve tek bir kurumun oyuncularına bağlı kalmadı. Sürekli yeni oyuncu ve yönetmen arayışı içinde oldu. Yeri geldiğinde gazetelere ilan vererek oyuncu aradı. Örneğin "Toros Çocuğu" filminde, ilan üzerine şirkete başvuruda bulunan ve oyunculuk tecrübesi olmayan Mustafa Bilgetekin’e başrol verdi. Bunun birçok örneği mevcut. Faruk Kenç’e, Şadan Kamil’e, Sami Ayanoğlu’na, Kani Kıpçak’a ve Adolf Körner adlı bir yabancıya yönetmenlik; Necati Tözüm’e, Aram Hugasiyan’a ve Coni (Yiannis) Kurteşoğlu’na görüntü yönetmenliği yapma fırsatı verdi. Drama, melodram ve komedi arasına sıkışan Türk sinemasına polisiye ve psikolojik gerilim türlerini getirdi. Onun girişimci ve yenilikçi ruhu, sektöre adeta can suyu oldu. Ondan feyz ve cesaret alan birçok girişimci film yapımcılığına başlayarak Türk sinemasına dinamizm kazandırdı. Bence o sinemamızın bir nevi Ed Wood’uydu. Film yapmak için neredeyse her şeyi yapan bu uğurda her şeyden vazgeçen biridir Edward Davis Wood. Hollywood’un görmezden geldiği bu sinemacının hikâyesi, Tim Burton tarafından Ed Wood adıyla sinemaya uyarlandı.
Halil Kâmil, II. Dünya Savaşı döneminde, ekonomik kriz koşullarında da film üretmeye devam ediyor. Günümüz koşullarıyla (ekonomik krizin süreklileşmesi) ve Netflix, Disney Plus ve HBO’nun Türkiye’ye girişiyle karşılaştırdığınızda sinema üretimi olgusunu nasıl açıklarsınız? Kamil’den bu yana sinemacının hayatında ne değişti?
Halil Kâmil sizin de belirttiğiniz gibi en temel ihtiyaçların bile karneye bağlandığı II. Dünya Savaşı yıllarında piyasada ham (boş) film bulmak neredeyse imkânsızken, ihtiyatlı davranmayı bir kenara bırakarak yerli film üretmeye devam etti. O, seyircilerin beğeni ve eğilimlerinin ne olduğunu herkesten daha iyi biliyordu. Zaman zaman bunu istismar ettiği de oldu. Ama o film yapmaya devam etti. Sektörün ve kendisinin güçlenmesini sağlayacak kalifiye gücün yetişmesine her zaman önem verdi. Kırk yıllık sinema hayatında da bundan hiç vazgeçmedi. İpekçiler, ülkenin ve sektörün içinde bulunduğu olumsuz koşullardan dolayı, film yapımını askıya aldıklarında bile film yapmayı sürdürdü. 1968 yılında uşağı tarafından katledilinceye kadar da -ki o tarihte 75 yaşındaydı- sinemacılık faaliyetlerini sürdürüyordu.
Her sektör ya da endüstri, kendini içinde bulunduğu ve bulunacağı dönemin koşullarına uyumlu hale getirmek zorundadır. Günümüzde sinema endüstrisinin koşullarını belirleyen birçok değişken var. Yaşamın hızına karşı ayak uydurmak zor ve bu durum ister istemez bireyselliği ön plana çıkartıyor. Sinema sektörü de bahsettiğiniz dijital platformlara yönelerek kendine kaçınılmaz olarak yeni mecralar yaratmak zorunda kalıyor. Bu platformlar rekabeti artırdığı gibi Türkiye gibi ülkelerde prodüksiyon kalitesini de yükseltiyor ve hikâye içeriklerini zenginleştiriyor. Netflix’te yayımlanan "Kulüp" dizisi bunun iyi bir örneği.
Diğer sorunuz ayrı bir röportaj konusu ama kısaca şöyle diyebilirim: Halil Kâmil’den bu yana, teknoloji ve prodüksiyon koşulları dışında, sinemacının hayatında meydana gelen radikal bir değişiklik yok. Asıl olan film çekmek ve bunun şartları da sinemanın bir endüstri olmasından bu yana pek değişmedi.
Hazırladığınız yeni bir çalışma var mı? Günleriniz nasıl geçiyor?
Sizinle 2017 yılında yayımlanan 'Sessiz Dönem Türk Sinema Tarihi' adlı kitabım vesilesiyle bir röportaj yapmıştık. O kitap, sinemamızın Osmanlı’dan Erken Cumhuriyet Dönemi’ne kadar olan 1895-1922 yıllarını kapsıyordu. Bizde sessiz dönemin sona ermesi ya da sesli film yapımının başlaması Muhsin Ertuğrul’un 1931 yılında İpek Film hesabına çektiği "İstanbul Sokaklarında" filmiyle oldu. Dolayısıyla da sessiz dönemin 1923’ten 1931’e kadar olan hikâyesinin yazılması gerekiyordu. Araya başka çalışmalar girse de bu dönemi yazdım ve dosyamı mayıs ayında yayıncıma teslim ettim. 'Sessiz Dönem Türk Sinema Tarihi (1923-1931) 2. Cilt' adını taşıyan bu kitabım 2023 yılının ilk aylarında yine Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkacak. Bunun dışında Charlie Chaplin’in Türkiye’deki macerasını konu edindiğim bir dosya var, onun üzerinde çalışıyorum.
Son olarak şunu da belirteyim. Halil Kâmil, bunca yıl görmezden gelindi. 'Kovboylara Bozlak Okutan Adam' adıyla iki yılımı verip onun biyografisini yazdım. Ne gariptir ki kitap da görmezden gelindi. Oysa daha görmezden gelinen ve hakkı teslim edilmemiş nice sinemacı var. Umarım bu kitap birileri tarafından fark edilir de bu kişilerin de hikâyelerinin yazılıp yayımlanmasına vesile olur. Keşke birileri Vedat Örfi Bengü, Sami Ayanoğlu, İlhan Arakon, Faruk Kenç, Arşavir Alyanak, Fuat Rutkay, Şakir Sırmalı gibi sinemamızın kilometre taşlarının hikâyelerini yazsa ve bunlar kâr amacı güdülmeden yayımlansa. Bana bunları anlatma fırsatı verdiğiniz için size çok teşekkür ederim.