Köy ve kent ikilemi arasında yamuk yaşamak

Tarımı hem sağlıklı hem en ileri teknolojiyle, planlı ve kolektif yapmak amacıyla radikal reformlara muhtacız. Toprağın, havanın ve suyun kalkınmadan önemli olduğunu kabul ederek işe başlayabiliriz.

Abone ol

Seyfi Elçiboğa

Çeşitli iletişim platformlarında şehirden kaçanlar, plazadan çiftliğe gibi temalarla kimi insanların yaşam öykülerini yayınlama furyası yaşanıyor. Milyonlarca kez izlenen bu içeriklerin öykü kalıbı şöyle: İyi eğitimli kurumsal firma çalışanı kahramanlarımız kentin boğucu yaşamına başkaldırır, sağlıklı doğaya ve güvenilir gıdaya erişim adına sahip olduklarını satıp kırsalda tarla kapatır, tarlaya kurdukları çiftliği yaşam alanı, turistik tesis, tarım ve kolektif eğitim merkezi gibi amaçlarla işletir. Mutluluğun formülü budur diye pazarlanır.

 
Köylüler yeni gelenleri arsa taciri, köylünün ahlâkını bozacak maceracılar olarak algılar. Kent kaçkınları ise köylülere yeni çiftlik modelleri, organik tarım, permakültür, doğal geri dönüşüm sistemi gibi sürdürülebilir üretim yenilikleri ve yaşamda aşırılık, aç gözlülükten kaçınma, sade, derin ve basit yaşama, mülk biriktirmekten kaçınarak mutlu ve huzurlu olma mesajı verir. Ayrıca mega kentlerde trafik, barınma, dinlenme, sağlıklı gıdaya erişim gibi sıkıntılarla boğuşan kent insanına da, paylaşıma ve dayanışmaya dayalı alternatif yaşam çağrısı yapılır.
 
Bugün dünyada aşırı tüketim ve hızlı yaşamın eşitsizlik ve çevresel felaketlere yol açtığı fikrinden yola çıkarak kendine özgü ilkeler belirleyen yüzlerce farklı düşünce akımı ve yaşam pratiği var. Modern yaşama itiraz niteliğindeki bunca akımı sınıflandırmak oldukça güç: gönüllü sadeciler, minimalistler, marka satın almayı reddedenler, kullanılmış malları beş sefere dek geri dönüştürüp yeniden kullanılmasını savunanlar, atık yemeklerden sağlıklı yemek elde etme çabasındaki freeganistler, eko kültürcüler, anti hümanistler, kolektif çiftlikler, kibbutz gibi paylaşım ekonomisi üzerine kurulu yapılar... Ancak şunu söylemek mümkün; tüketim karşıtlığı üç temel üzerinde birleşir:
 
1) Tüketim toplumunun estetik, güzellik anlayışı, kullan at, moda ve marka gibi her türlü dayatmasını reddetmek.
2) Her türlü aşırılığı kısıtlayarak sade, basit ve derin yaşamak. Burada kaynaklardan tasarruf etmek kadar kaynakların doğru kullanımı öne çıkar.
3) En iyiyi, en uzun ömürlüyü, en sağlıklı ve en az sayıda üreterek, en az atığı ortaya çıkarmak; böylece ortaya çıkanı geri kazanabilmek.
 
Şu kısa sunumdan sonra konu hakkındaki görüşlerimi ifade etmek isterim. Mistik ve teröpatik nedenlerle kent yaşamının dışına çıkmaya çalışanları kenara bırakalım. İyi eğitimli olsa dahi maaşlı insanın yıllarca çalışarak elde edebileceği kazanç olmadan herhangi bir tarlada çiftlik kurması söz konusu dahi olamaz. Salt araziyi almak bile küçük çapta servet gerektirir. TV ve web ortamında başarı hikayesi paylaşılan kahramanların(!), örneğin “26 yaşında 120 dekar zeytinliğe ve 200 koyuna bakıyor” veya “Amerika’daki parlak kariyerini bırakıp köyünde aromatik bitki üreten fabrika kurdu” gibi, ortalama köylünün biriktiremeyeceği sermayeye malik oldukları dikkatlerden kaçmamalı. Bana göre bu tip hikayelerde anlatılanlar bırakalım alternatif olmayı, meslek değişiminden öte anlam ifade etmez.
 
Bundan ötürü olsa gerek plazaları terk edip doğal yaşama dönüş niyetiyle kimse Mardin Ovasını veya Çorum Kargı’yı seçmez, tercihen Ege veya Akdeniz kıyılarına yerleşir. İşte bu yerleşimciler bilerek ve bilmeyerek, içinden kaçtıkları kent yaşamını klonlamış olur. Urla, Karaburun, Foça, Seferihisar, Didim, Silifke, Alanya, Ayvalık gibi şehirler gün geçtikçe İstanbul’un birer semtine dönüşür. Doğasever görünümlü kentliler yok ettikleri orman alanlarına inşa ettikleri turistik tesislerde bir yandan konuklara doğa ve ekoloji hutbeleri okur, bir yandan da toprağı, koyları, sahilleri, vadileri ve dere yataklarını tüketir. Anılan şehirlerde kentlerde karşılaşılmayacak türden kedi ve köpek türleri sokaklara terk edilir, inşaat ve ev eşyası atıkları vadilere sığmaz, doğa acımasızca parçalanarak dağ evi, villa, kamp yeri, bağ evi gibi çeşitli adlarla tahrip edilir.
 
İçinde bulunduğu sistemi bütün olarak reddetmeyen her düşünce akımı eleştirdiği sistemi dönüştürmeyi amaçlamış olur. Byung Chul Han’ın ifade ettiği gibi “insanın bedenini ve ruhunu tümüyle ele geçirmiş neoliberalizme” alternatif sunmayan hiçbir düşünce neoliberal sistemi ortadan kaldıramaz. Bu nedenle bu hareketliliği dönüştürücü etkisi olabilecek eleştirel çıkış addediyorum.
 
Çekirdek ailenizi alıp toprak parçası üzerinde hibrit çiftlik kurdunuz diyelim. Nispeten daha güvenilir süt, yumurta, sebze ve meyveye ulaştınız diyelim. Üzerinizdeki giysilerden tutalım da hayvanlara vereceğiniz yeme kadar hemen her nesnede sentetik kimyasallar oldukça zehirlenmekten kurtulamazsınız. Ayrıca çocukların eğitimi, tıbbi destek, hukuk ve güvenlik ihtiyacınızı yine mevcut sistem enstrümanlarıyla sürdürmüş olacaksınız. Tüm Türkiye sizinle aynı yaşam formuna geçiş yapsa bile dünyanın geri kalanı mevcut sistemi sürdüreceğinden tüketim kültürünün yegâne sebebi neoliberal sisteme alternatif yaşam kurmuş olamayacaksınız.
 
Kentten kırsala göç yeni değil, geçmişten günümüze yaşanan olgu. Eğitimli orta sınıf kentlilerin kırsala dönüşü şaşırtıcı bulunur çünkü; eskiden beri köylülük vasıfsızlık sayılır ve köylü değersiz görülür. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren köylü, asla ve kat’a milletin efendisi olmadı, oldurulmadı ve öyle de kabul edilmedi. Türkiye’de eğitim müfredatından tutun da kültür ve sanatına kadar kırsal yaşamı bırakın özendirmeyi köy yaşamını nostaljik öğe, köylülüğü geri kalmışlık kabul eden, gezelim görelim tarzı programlarla aşağı tür kabul ettiği köylülük ile dalga geçip eğlenen toplumsal yapımız var.
 
Hemen hiçbir öğrenci büyüyünce “akıllı organik tarım yapacağım”, “çok katlı sera yetiştiricisi olacağım” ya da “yüzer çiftlik kuracağım” gibi hayaller kurmaz. Varsa yoksa herkes doktor ve yazılımcı olma peşinde. Üstelik miras yoluyla ufalanan tarlalarda çiftçilik de iyice ufaldı. Bu nedenle gelişmiş ülkelere nazaran Türkiye köylüsü de olabildiğince geri kaldı; hem yoksul hem de cahil hayat sürdürdü. Artan maliyetler zamanla kazancı iyice eriyen, gerekli ekipman ve donanımdan yoksun kalan küçük tarla sahibi köylüleri kentlere göçertti. Sonuç olarak kendi ulusunu besleyemeyen, ürettiği gıdayla ulusunu zehirleyen tarımsal ucube doğmuş oldu.
 
Buraya kadar yazılanları okuduysanız peki ne yapmalı diye sormalısınız. Açıkçası bireysel girişimlerin toplumu doğru yaşama yönlendirmede pek cılız etkisi olur. Örneğin eğitimli kentliye Türkiye tarımı hakkında ne düşündüğünü sorsanız söze çiftçiliğin desteklenmesi gerektiği hususuyla başlar, köy enstitülerinin yeniden faal olması ile her köye bir ziraat mühendisi atanması önerileriyle sözlerini bitirir. Oysa 80 öncesi kimi köylere birer ziraat mühendisi atanmış ama zamanla bunlar kendilerini merkeze çektirip uygulamayı boşa çıkartmıştır. 
 
Parlak çözüm diye ortaya konmuş biçimsel projeler çöpe dönüşür. Güya köye dönüşü teşvik niyetine örneğin Rize İslamköy’e iki odalı evler yapılmış, bu evlere yerleştirilenler evin eyvanı olmadığı ve holü küçük kaldığı, ayrıca oda başına 2,5 kişilik patolojik eşik aşıldığından çocuklarını mutfakta yatırmak zorunda kalmışlar. Örneğin Hasankeyf’e betonarme ahırlar yapılmış, oysa beton ahır kokuyu emmediği için fena kokan bu ahırların %98’i kullanılmamış. Özetle kimse bu biçimsel yapıları tercih etmez. Tamamen siyasi saiklerle köylerin büyükşehirlere bağlanması, zeytinliklerin maden yapmak adına yok edilmesi, önemli tarımsal havzalarda siyanürlü altın faaliyetlerinin yarattığı tahribat, yanan ormanların yerine turistik tesis inşa edilmesi, tarımsal arazilerin imara açılması, çiftçiden esirgenen finansal desteğin holding sahiplerine hibe edilmesi biçimselliğin kitlesel batağında olduğumuzun ispatı.
 
Doğrusu bu konuda paradigma değişimine ihtiyacımız var. Tarımı hem sağlıklı hem de en ileri teknolojiyle, planlı ve kolektif yapmak amacıyla radikal reformlara muhtacız. O nedenle toprağın, havanın ve suyun kalkınmadan daha önemli olduğunu kabul ederek işe başlayabiliriz. Salma sulamayı azaltırken deniz suyunun ekolojik yöntemlerle arıtılarak tarıma kazandırılması, tüm yurdun fosil yakıt yerine sulama boruları ile birbirine bağlanması sağlanabilir. Güneşin, havanın, termal suyun enerjisine tamamen geçilirse endüstride olduğu kadar tarımda da çarpan etkisi yakalanır. Geçerli mazeret olmaksızın toprağı işlememek ve toprağı sağlıksız işlemek suç sayılmalı. Doğru planlama ve yeterli teşviklerle arazilerin tekelleşmeye mahal verilmeden birleştirilmesi için toprak reformu şart. Toprak reformu olmadan sağlıklı tarım uygulamaları hayata geçirilemez.
 
Alternatif yaşam arayışlarına girişenler arasında çok değerli çabalarla tarım, hayvancılık, arıcılık ve balıkçılık yapanlar var. Bunların elde ettiği tecrübeyi birbiriyle paylaşması, dayanışması ve kolektif yapılara dönüşebilmesi lazım. Böylece büyük şirketler, bürokrasi ve büyük toprak sahipleriyle rekabet etmeleri kolaylaşır, beri yandan da sistemi dönüştürücü etkiye kavuşabilirler. Ortada Hollanda, Almanya ve İsrail modeli varken Türkiye’nin daha iyisini yapmaması adına bahanesi olamaz. Gıda üretiminde paradigma değişimi uzun süreceğinden süreci kararlılıkla yönetebilecek siyasi irade ve halk desteği de olmazsa olmaz kabilinden gerekli.
 
Konuyu bu yazıya sığdırmak son derece güç. Slavoj Zizek’in ifadesiyle kentlere olduğu kadar tarımsal sistem ve uygulamalarına da yamuk bakmak gerektiğine inanıyorum. Mevcut sistemde sorunların tamamen çözüme kavuşacağına inanmıyorum ancak sistemin daha sağlıklı hale getirilebilmesi noktasında umutsuz değilim. Bildik düşünce kalıplarının dışına çıkabilirsek çözüm bulmamız kolaylaşır, ayrıca bugün radikal bulduğumuz kimi çözümleri yarın olanaklı addedip hayata geçirmemiz belki de mümkün olur.