Türkçede besi hayvanlarına, Arapça kökten türemiş bir sözcükle
‘mal’ da deniyor, malum. Oğuzlara kadar giden daha eski zamanlardan
itibaren, davar ya da tavar sözcüğünün de hem sığır ve koyun hem de
‘mülk’, ‘servet’ anlamında kullanılması bununla örtüşür. Aslında,
hayvancılıkla geçinen göçebe bir toplumun mülkiyet hiyerarşisini de
kurmaya yarayan eş anlamlılıklardır bunlar. Göçer ekonomisinin
mülkiyet ilişkilerini nesnel şekilde ifade ederler. Fakat ister
göçer aşiretlerde ister oturak hayata geçmiş köylülükte hayvancılık
ekonomisi, besi hayvanlarını bir ticari mal, bir üretim aracı
gördüğü kadar, bizzat doğayı da üretiminin bir koşulu, kaynağı
olarak gördüğünden onunla ‘barışık’tır. Zaten üretim faaliyetinin
‘bekası’ da doğrudan ‘doğa’nın iyi, öngörülebilir ve durağan
olmasıyla ilgilidir.
Kapitalizm, üstüne çullandığı, bir uzantısına çevirmek üzere
devraldığı bu ekonomik ilişkiyi dönüştürürken ‘mal’ eksenine
dokunmaz. Her türlü hayvan yine ‘mal’ olarak, bir servet birimi
olarak görülür. Fakat denklemin ikinci yanını kaçınılmaz olarak
parçalar. Kapitalizm doğası gereği doğayla ‘barışık’ değildir ve
basit köy ekonomisinin bir kaynak olarak hem kullandığı hem
koruduğu doğal yaşama, başta turizm, madencilik, enerji ve inşaat
olmak üzere çeşitli tümenleriyle saldırır. Tarım ve hayvancılığı
gıda endüstrisinin midesine indirirken, aynı anda onun kaynaklarına
da yönelir, bu kaynakları ölçüsüzce sömürür ve yok eder. Köylüyle
doğayı kapitalist üretimin amaçlarına koşarak onlara yeni bir
ilişki atar.
Erdoğan’ın, geçen akşam bir TV yayınındaki –en çok, ölen kümes
hayvanlarına beyaz et demesiyle dikkat çeken– sözleri bu açıdan
ışıl ışıl yanan bir tabela gibidir. Toplum doğal olarak dehşete
kapıldı; ama Erdoğan sıkıştığı noktada, çıplak gerçeği dile
getirmek durumunda kalan bir sermaye siyasetçisidir; basit bir
vicdan zaviyesinden, hayvanseverlik penceresinden
değerlendirilemez. Erdoğan, doğal yaşamı yok olan, “Yılandan
korkuyorum ama ona bile hasret kaldım” [1] diyen köylülerin değil,
‘beyaz etçi’lerin, yanmış evlerde yeni inşaatlar görenlerin
iktidarını temsil etmektedir.
Şöyle söylemiştir:
“Yangın olur da ormanda canlılar yanmaz mı? Hemen tedbirlerimizi
aldık. 'Bütün bu canlıların defnini yapın' dedik. Canlıların
sahiplerine bu canlılar kadar ödeme yapacağız. Büyükbaşsa büyükbaş,
koyun, beyaz et hepsinin ödemelerini yapacağız.” [2]
Burada, belki de beyaz etten daha açık bir itiraf içeren sözler,
“Canlıların sahiplerine bu canlılar kadar ödeme yapacağız”
sözleridir. ‘Canlılar’ diyerek, yalnızca besi hayvanlarını ve
‘ticari değeri’ olan diğerlerini kast etmektedir. Araya, “defnini
yapın dedik” diye sıkıştırdığı dinsel ton, hemen peşinden gelen “bu
canlılar kadar ödeme” ifadesiyle dayanıksız bir demagojiye
dönüşmektedir. Zira, yaban yaşamdaki tahribatı ‘iktisadi bir zarar’
olarak görmediği için hiç gündemine almaması bir yana; ‘ticari mal’
olarak gördüğü evcil hayvanlara pazar etiketi koymuş, ölülerine
amortisman değeri biçmiştir…
“Allah’ın yarattığı can”a [bu canlılar kadar ödeme diyerek] bir
fiyat etiketi koymanın, “yaradılanı yaradandan ötürü seven” siyasal
İslamcılara nasip olması, göründüğünün aksine garip değil.
Erdoğan’ın ve siyasal İslamcıların en büyük avantajı ve başarısı,
güncel kapitalist programa uyum sağlayabilme yetenekleri ve
hırçınlıklarıydı. Bunun için ellerinde çok elverişli bir araç
vardı: Esnek, pragmatik, bir ilkeler sistemi olarak değil, bilakis
maymuncuk anahtarı olarak kullandıkları, eğip bükebildikleri bir
siyasal din. Dindarlığı bir siyasi sermaye kaynağı olarak gören o
dinciliğin, sadece toplumsal gerçekler karşısında değil, dinsel
söylemin temellerinde dahi düştüğü durum budur.
* * *
Türkiye uzun süredir irili ufaklı köylü direnişlerine tanık
oluyor. Karadeniz’de, Kaz Dağları’nda, iç ve kıyı Ege’de, Konya’da,
Bursa’da, Trakya’da, Malatya’da, yurdun dört bir yanında; taş
ocaklarına, madenlere, inşaatlara, santrallere karşı halk
toprakları savunmaya çalışıyor. Bir canavar gibi enerjiye ihtiyaç
duyan kapitalist büyümeyle rant bağımlısı siyasal iktidar, yerin
altında ve üstünde kıyımlara girişirken herkes düşmanı kapısının
önünde buluyor. Bu direnişlerin, art arda gelen felaketlerin hemen
öncesinde olması tesadüf değildir. Marmara’yı salya basmadan,
Karadeniz’i ve Van’ı sel vurmadan, Akdeniz kıyılarını yangın
sarmadan önce tüm bu bölgelerde irili ufaklı, güçsüz, cılız,
siyasal destek ve yönlendirmeden yoksun halk direnişleri vardı,
birçok yerde hâlâ var.
Türkiye’nin batı kıyılarını sarmalayan ormanlar 10 gündür
yanıyor. Durum, gerek yayıldığı alanın genişliği gerekse şiddeti
açısından bölgesel bir felakete dönüşmüş durumda. Bu felaket,
doğaya ve onun birer unsuru olarak insan ve hayvanlara büyük zarar
vermekle kalmıyor; ekonomik ve toplumsal sonuçlar üretecek şekilde
bir yıkıma dönüşüyor. Üstelik bu, Türkiye’nin zaten bir süredir
içinde bulunduğu ekonomik kriz ve salgın sorunlarının üstüne
geliyor. Açıkça söylendiği, hatta ‘vaat edildiği’ üzere bir şirket
gibi yönetilen devletin ilgili ‘departmanlara’ sahip olmadığı;
bütün heybetine, toplum üzerindeki zorbalığına ve dağıttığı muazzam
servet kaynaklarına rağmen, yangına su dökecek mecali olmayan bir
‘devlet’ imal edilerek amacın hâsıl olduğu ortaya çıkıyor. Yalnızca
kendi hissedarlarının çıkarlarını savunan bu neoliberal devletin
güncel sahibi siyasal İslamcılardır ve bu dönemin yıkımı, siyaseten
onların boynuna kalacaktır. Ama sorun, imal edilmiş o devleti şimdi
kimin yöneteceğinden öte, üretimin, kaynakların, toplumsal
ilişkilerin, ‘başka’ bir zeminde yeniden, hatta kurucu düzeyde
yeniden ele alınmasını gerektirecek kadar büyük.
Soma’da can veren 301 madenciyle Akdeniz ormanlarının yok olması
arasında doğrusal bir çizgi olduğunu; Karadeniz ve Van’daki
sellerin, Manavgat’taki ve Hozat’taki yangınların aynı kökten
kaynaklandığını gizleyecek şekilde, felaket bölgelerine milliyetçi
bıçak darbeleri vurulmasının nedeni de burada görülmeli. Silahlarla
ormanların etrafında ‘Kürt kundakçı’ avına çıkan ve pek çoğu bu
suçun ortağı bile değil, aleti olacak şekilde mobilize edilen
kışkırtıcılara karşı herkes sorumluluk altındadır. Sosyalistlerin
ezici çoğunluğu bu sorumluluğun farkında; ama 40 yıldır süren ağır
baskıların da etkisiyle onu tek başına üstlenecek güçte değil. Bu
cephenin, bizzat AKP rejimiyle dayatılan kalıpları aşarak
genişletilmesi; ‘güncel siyaset’in bir aritmetik ve retorik konusu
olmaktan çıkıp yakın geleceğe somut olarak yönelmesi acil bir
ihtiyaca dönüşüyor.
NOTLAR
[1] Bu noktada, gazeteci Şule Aydın’ın Manavgat’ta çektiği bir
videoyu önermek istiyorum. Genç köylü kadının isyanı, yangının yol
açtığı gerçek ‘bölünme’yi gösteriyor.
[2] Erdoğan’ın sözleri şurada...