Köylüler ve ‘beyaz etçi’ler: Halk ve sermaye  

Akdeniz’de yaşanan yangın felaketi, tüm küresel bağıntılarıyla birlikte Türkiye kapitalizminin on yıllardır yol açtığı tahribatın anlık ve dehşet verici bir görüntüsüdür ve elbette varılan bu durağa siyasal İslamcıların adı yazılmalıdır. Ama biliyoruz ki sorun, onların iktidarı kaybetmesine indirgenemeyecek kadar derin. Zira felaket bölgelerindeki faşist kışkırtıcılık yeni tehlikelere işaret ediyor.

Hakkı Özdal hakkiozdal@gmail.com

Türkçede besi hayvanlarına, Arapça kökten türemiş bir sözcükle ‘mal’ da deniyor, malum. Oğuzlara kadar giden daha eski zamanlardan itibaren, davar ya da tavar sözcüğünün de hem sığır ve koyun hem de ‘mülk’, ‘servet’ anlamında kullanılması bununla örtüşür. Aslında, hayvancılıkla geçinen göçebe bir toplumun mülkiyet hiyerarşisini de kurmaya yarayan eş anlamlılıklardır bunlar. Göçer ekonomisinin mülkiyet ilişkilerini nesnel şekilde ifade ederler. Fakat ister göçer aşiretlerde ister oturak hayata geçmiş köylülükte hayvancılık ekonomisi, besi hayvanlarını bir ticari mal, bir üretim aracı gördüğü kadar, bizzat doğayı da üretiminin bir koşulu, kaynağı olarak gördüğünden onunla ‘barışık’tır. Zaten üretim faaliyetinin ‘bekası’ da doğrudan ‘doğa’nın iyi, öngörülebilir ve durağan olmasıyla ilgilidir.

Kapitalizm, üstüne çullandığı, bir uzantısına çevirmek üzere devraldığı bu ekonomik ilişkiyi dönüştürürken ‘mal’ eksenine dokunmaz. Her türlü hayvan yine ‘mal’ olarak, bir servet birimi olarak görülür. Fakat denklemin ikinci yanını kaçınılmaz olarak parçalar. Kapitalizm doğası gereği doğayla ‘barışık’ değildir ve basit köy ekonomisinin bir kaynak olarak hem kullandığı hem koruduğu doğal yaşama, başta turizm, madencilik, enerji ve inşaat olmak üzere çeşitli tümenleriyle saldırır. Tarım ve hayvancılığı gıda endüstrisinin midesine indirirken, aynı anda onun kaynaklarına da yönelir, bu kaynakları ölçüsüzce sömürür ve yok eder. Köylüyle doğayı kapitalist üretimin amaçlarına koşarak onlara yeni bir ilişki atar.

Erdoğan’ın, geçen akşam bir TV yayınındaki –en çok, ölen kümes hayvanlarına beyaz et demesiyle dikkat çeken– sözleri bu açıdan ışıl ışıl yanan bir tabela gibidir. Toplum doğal olarak dehşete kapıldı; ama Erdoğan sıkıştığı noktada, çıplak gerçeği dile getirmek durumunda kalan bir sermaye siyasetçisidir; basit bir vicdan zaviyesinden, hayvanseverlik penceresinden değerlendirilemez. Erdoğan, doğal yaşamı yok olan, “Yılandan korkuyorum ama ona bile hasret kaldım” [1] diyen köylülerin değil, ‘beyaz etçi’lerin, yanmış evlerde yeni inşaatlar görenlerin iktidarını temsil etmektedir.

Şöyle söylemiştir:

“Yangın olur da ormanda canlılar yanmaz mı? Hemen tedbirlerimizi aldık. 'Bütün bu canlıların defnini yapın' dedik. Canlıların sahiplerine bu canlılar kadar ödeme yapacağız. Büyükbaşsa büyükbaş, koyun, beyaz et hepsinin ödemelerini yapacağız.” [2]

Burada, belki de beyaz etten daha açık bir itiraf içeren sözler, “Canlıların sahiplerine bu canlılar kadar ödeme yapacağız” sözleridir. ‘Canlılar’ diyerek, yalnızca besi hayvanlarını ve ‘ticari değeri’ olan diğerlerini kast etmektedir. Araya, “defnini yapın dedik” diye sıkıştırdığı dinsel ton, hemen peşinden gelen “bu canlılar kadar ödeme” ifadesiyle dayanıksız bir demagojiye dönüşmektedir. Zira, yaban yaşamdaki tahribatı ‘iktisadi bir zarar’ olarak görmediği için hiç gündemine almaması bir yana; ‘ticari mal’ olarak gördüğü evcil hayvanlara pazar etiketi koymuş, ölülerine amortisman değeri biçmiştir…

“Allah’ın yarattığı can”a [bu canlılar kadar ödeme diyerek] bir fiyat etiketi koymanın, “yaradılanı yaradandan ötürü seven” siyasal İslamcılara nasip olması, göründüğünün aksine garip değil. Erdoğan’ın ve siyasal İslamcıların en büyük avantajı ve başarısı, güncel kapitalist programa uyum sağlayabilme yetenekleri ve hırçınlıklarıydı. Bunun için ellerinde çok elverişli bir araç vardı: Esnek, pragmatik, bir ilkeler sistemi olarak değil, bilakis maymuncuk anahtarı olarak kullandıkları, eğip bükebildikleri bir siyasal din. Dindarlığı bir siyasi sermaye kaynağı olarak gören o dinciliğin, sadece toplumsal gerçekler karşısında değil, dinsel söylemin temellerinde dahi düştüğü durum budur.

* * *

Türkiye uzun süredir irili ufaklı köylü direnişlerine tanık oluyor. Karadeniz’de, Kaz Dağları’nda, iç ve kıyı Ege’de, Konya’da, Bursa’da, Trakya’da, Malatya’da, yurdun dört bir yanında; taş ocaklarına, madenlere, inşaatlara, santrallere karşı halk toprakları savunmaya çalışıyor. Bir canavar gibi enerjiye ihtiyaç duyan kapitalist büyümeyle rant bağımlısı siyasal iktidar, yerin altında ve üstünde kıyımlara girişirken herkes düşmanı kapısının önünde buluyor. Bu direnişlerin, art arda gelen felaketlerin hemen öncesinde olması tesadüf değildir. Marmara’yı salya basmadan, Karadeniz’i ve Van’ı sel vurmadan, Akdeniz kıyılarını yangın sarmadan önce tüm bu bölgelerde irili ufaklı, güçsüz, cılız, siyasal destek ve yönlendirmeden yoksun halk direnişleri vardı, birçok yerde hâlâ var.

Türkiye’nin batı kıyılarını sarmalayan ormanlar 10 gündür yanıyor. Durum, gerek yayıldığı alanın genişliği gerekse şiddeti açısından bölgesel bir felakete dönüşmüş durumda. Bu felaket, doğaya ve onun birer unsuru olarak insan ve hayvanlara büyük zarar vermekle kalmıyor; ekonomik ve toplumsal sonuçlar üretecek şekilde bir yıkıma dönüşüyor. Üstelik bu, Türkiye’nin zaten bir süredir içinde bulunduğu ekonomik kriz ve salgın sorunlarının üstüne geliyor. Açıkça söylendiği, hatta ‘vaat edildiği’ üzere bir şirket gibi yönetilen devletin ilgili ‘departmanlara’ sahip olmadığı; bütün heybetine, toplum üzerindeki zorbalığına ve dağıttığı muazzam servet kaynaklarına rağmen, yangına su dökecek mecali olmayan bir ‘devlet’ imal edilerek amacın hâsıl olduğu ortaya çıkıyor. Yalnızca kendi hissedarlarının çıkarlarını savunan bu neoliberal devletin güncel sahibi siyasal İslamcılardır ve bu dönemin yıkımı, siyaseten onların boynuna kalacaktır. Ama sorun, imal edilmiş o devleti şimdi kimin yöneteceğinden öte, üretimin, kaynakların, toplumsal ilişkilerin, ‘başka’ bir zeminde yeniden, hatta kurucu düzeyde yeniden ele alınmasını gerektirecek kadar büyük.

Soma’da can veren 301 madenciyle Akdeniz ormanlarının yok olması arasında doğrusal bir çizgi olduğunu; Karadeniz ve Van’daki sellerin, Manavgat’taki ve Hozat’taki yangınların aynı kökten kaynaklandığını gizleyecek şekilde, felaket bölgelerine milliyetçi bıçak darbeleri vurulmasının nedeni de burada görülmeli. Silahlarla ormanların etrafında ‘Kürt kundakçı’ avına çıkan ve pek çoğu bu suçun ortağı bile değil, aleti olacak şekilde mobilize edilen kışkırtıcılara karşı herkes sorumluluk altındadır. Sosyalistlerin ezici çoğunluğu bu sorumluluğun farkında; ama 40 yıldır süren ağır baskıların da etkisiyle onu tek başına üstlenecek güçte değil. Bu cephenin, bizzat AKP rejimiyle dayatılan kalıpları aşarak genişletilmesi; ‘güncel siyaset’in bir aritmetik ve retorik konusu olmaktan çıkıp yakın geleceğe somut olarak yönelmesi acil bir ihtiyaca dönüşüyor.

NOTLAR

[1] Bu noktada, gazeteci Şule Aydın’ın Manavgat’ta çektiği bir videoyu önermek istiyorum. Genç köylü kadının isyanı, yangının yol açtığı gerçek ‘bölünme’yi gösteriyor.

 [2] Erdoğan’ın sözleri şurada...

Tüm yazılarını göster