Hava bir türlü aydınlanmıyordu. Tipik kış günlerindendi
Londra’da. Mutlu olmak zordu, banka soymak gerekiyordu mesela ya da
birkaç devlet başkanı ölse hiç fena olmazdı. Yenisi seçilene kadar,
insan kendini iyi hissediyordu.
-Banka soygununun mutluluğu daha uzun, devlet başkanlarının
ölmesinden doğan mutluluk fani, en azından devletler ölene kadar bu
böyle.-
Hava sağanak depresyondu, parçalı karanlık, soluk güneş, yağmur
surat ama Ken Loach filmi repliği geliyordu aklıma: "Depresyona
girmek mi? Bilmem, ben her sabah saat altıda işe gidiyorum" diyordu
işçi.
Kahve iyi geliyordu karanlığa. Bir süre ama, çok değil, ev
sahibi ota sarmıştı oldukça. "Ne gereği var abi, ne güzel muhabbet
ediyoruz" diyordu. Nusrat Fateh Ali Khan şarkılarına yatırıyordu
kendini. Ben bir kahve daha içiyordum, koyu, sütsüz ve
şekersiz…
Salonda oturuyorduk. Yan odada yasal eşi vardı ev sahibinin.
Vatandaşlık alsın diye onunla evlenip, 3-5 bin pound almıştı ondan.
Odayı da ona kirayı vermişti ayrıca. "Hem kontrol etmeye filan
gelirlerse aynı evde yaşıyoruz" diyordu. Çok iyi yürüyen bir
evlilikti. Her sabah kalktıklarında birbirlerine günaydın
diyorlardı.
Kapı çaldı. Postacı bir zarf uzattı ona. Başkasının adınaydı.
Kenarından yırttı zarfın. İki çek çıktı içinden, yüz ve elli pound
yazıyordu çeklerde. Bir İngiliz adı yazıyordu üstünde. "Hadi dışarı
çıkalım" dedi. "Bankada bir işim var".
Engelli kartını aldı önce biner binmez arabanın, ön camından.
Hafif zıplayarak, arkasına attı arabanın. Tabii ki herhangi engeli
yoktu. Sadece kartı vardı. Ben bankaya gitmek istemiyordum. Sadece
soymak için güzel yerlerdi bankalar.
Modern Tate galeriye gittim. Duvardan aşağıya bir ip merdiven
sarkıyordu. Kimin eseriydi hatırlamıyorum. Daha önce de onu
seyretmeye gidiyordum. Karşısına oturup, "Beni kör kuyularda
merdivensiz bıraktın" şarkısını söylüyordum, Münir Nurettin
Selçuk’tan, içimden tabii ki, en fazla dudaklarım kıpırdıyordu.
Bekçiler tanıyor olmalıydı. Eğer ip merdiven çalınırsa, kesin
benden bileceklerdi. Bunu hayal ettim; Merdiven yanımızda kıvrılmış
duruyordu arkadaşın evinde, o ot içiyordu ben kahve, koyu sütsüz ve
şekersiz…
Uzun zamandır yere oturmuş, resim yapıyordu. Büyük ve kalın
kapaklı bir resim defteri vardı elinde. Siyah, genç bir kadındı,
üstün ırktan ve çok güzel. Bizim merdiveni yarısına kadar çizmişti.
Konuştuk biraz, havanın karanlık olmasından, siyahlardan,
beyazlardan, şarap içip içmeyeceğinden, kırmızı.
Evin önünde araba duruyordu. Camından engelli kartı görünüyordu.
İngiliz için gelmiş, çekleri bozdurmuştu, şarap almıştı, pahalıca,
kırmızı ve ot içiyordu.
Biraz resim defterine bulaştı şarap, bitmiş merdiven resminin
ilk basamağına.
Merdiven yanımızda kıvrılmış duruyordu. Bu kör kuyular
merdivensiz çekilmiyordu…