Köyün bir meta olarak yeniden inşası

Gıda sektörünün en büyük çok uluslu şirketlerinden birinin patates cipsi markası için “Yiyin gari!” diyen köylü teyzenin, Türkiye’nin en büyük süt üreticilerinden birinin reklamında buzağıya sarılan genç kızın, telekomünikasyon şirketinin reklamında “öyle dümdük” konuşan köylü çocukların, televizyonda ve yerli filmlerde yaratılan köy mizansenleri ve köylü portrelerinin gerçek köy haliyle bir ilgisi yok.

Abone ol

Aslıhan Aykaç Yanardağ*

Erken Cumhuriyet döneminin toplumsal yapı açısından belki de en belirleyici özelliği küçük köylülüğün hakim olduğu bir tarım toplumu olmasıdır. Belli bölgelerde tarımsal üretim ve toprak mülkiyeti daha büyük ölçekli olsa da nüfusun daha büyük bir kesimi küçük köylüdür. Köy bu tarihsel bağlamda yalnızca ekonomik ölçeği ve az gelişmişliği ifade etmez aynı zamanda toplumsal anlamda da bir geri kalmışlığı, siyasi anlamda dışlanmışlığı temsil eder. Köyün erken Cumhuriyet dönemindeki zamansal ve mekânsal dışlanmışlığının en iyi ifadesini ilkokul yıllarından hatırlanacak bir Ahmet Kutsi Tecer şiirinde bulabiliriz:

Orda bir köy var, uzakta,

O köy bizim köyümüzdür.

Gezmesek de, tozmasak da

O köy bizim köyümüzdür.

Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren köy ve köylülük devletin en önemli meselelerinden biri olmuştur. Atatürk’ün ilk akla gelen “Köylü milletin efendisidir.” sözünün ötesinde köylü nüfusun büyük bir çoğunluğunu oluşturan, kalkınma sürecinin ilk hedef kitlesi olarak radikal bir biçimde dönüştürülmesi gereken bir kesimi temsil eder. Köye yönelik yasal ve kurumsal düzenlemelerin hedefi basitçe ekonomik kalkınma değil, toplumun bu en büyük kesimini kapsamına alan yapısal bir dönüşümdür. 1924 yılında yürürlüğe konan Köy Kanunu, bir taraftan idari yapının düzenlenmesine diğer taraftan 1945’te Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu, Tarım Kredi Kooperatiflerinin, Toprak Mahsulleri Ofisi’nin kurulması köyün ve köylülüğün dönüşümüne yönelik yoğun bir politik çabanın göstergeleridir. Bu kurumsal ve yasal yapılanmanın yanı sıra yol, su ve elektrik şebekelerinin yaygınlaşmasına yönelik altyapıları da köylülüğün ve tarımsal üretimin düzenlenmesi açısından büyük önem taşır.

Köyün dönüşümüne yönelik çaba yalnızca ekonomik yapı ve toplumsal örgütlenmeyle sınırlı kalmaz. Köy Enstitüleri köylü nüfusun eğitiminde istihdam edilmek üzere yine köyden gelen çocukların öğretmen olarak eğitilmesini hedefleyen kurumlardı. Köy Enstitüleri yalnızca temel bilimler üzerine eğitim vermez, aynı zamanda kültür ve sanat alanında, mesleki eğitim ve tarımsal üretim alanında da öğretmen adaylarının bilgi birikimini zenginleştirmeyi hedefler. Köy Enstitüleri, Türk edebiyatına dönemin toplumsal dinamiklerini ve köyün Türk toplumundaki yerini kitlelere aktaran önemli yazarlar kazandırmıştır. Talip Apaydın, Mahmut Makal ve Fakir Baykurt’un kitapları köy gerçeğini geniş kitlelere aktarır. Mahmut Makal’ın Bizim Köy kitabı 1954 yılında İngilizce olarak basılır. Fakir Baykurt’un Yılanların Öcü romanı 1962 yılında Metin Erksan tarafından sinemaya uyarlanır ve 1966 yılında Kartaca Film Şenliği’nde en iyi film seçilir.

Ancak köye dönük bu politik çabanın ve toplumsal ilginin süreklilik gösterdiğini ve hedeflediği yapısal dönüşümleri hayata geçirdiğini söylemek oldukça zordur. Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’nun istikrarlı bir biçimde uygulanmaması, 1954’te Köy Enstitüleri’nin kapatılması, tarımsal üretimin sanayi ile bütünleşmesinin sıklıkla hükümet değişikliklerine bağlı olarak kesintiye uğraması, 1950'lerden itibaren köyden kente göçün artarak devam etmesi, köye yönelik yapısal reformların süreklilik göstermemesine ve istikrarlı bir dönüşüm yaratmamasına neden oldu. Genel olarak ekonomi politikalarında ve özellikle de kalkınma politikalarında konjonktürel değişimler toplumsal dönüşümün inişli çıkışlı bir grafik izlemesine yol açtı. Politika değişikliklerinin yanı sıra, uygulanan politikaların çerçevesini oluşturan modernleşme anlayışı, geleneğin reddi ve Batı değerlerine dayalı bir modernleşme olduğu için mevcut yapıyı koruyarak geliştirmek yerine, mevcut yapının yerine geçecek bir modern kurgu hedefledi. Sonuç olarak, kısa vadeli ve yüzeysel değişiklikler uzun vadeli sosyo-ekonomik dönüşümlere tercih edildi. Köyü ve köylüyü yerinde kalkındırmak yerine köyden kente göçle kentli nüfus artırıldı ve kağıt üzerinde kentleşme ve dolayısıyla kalkınma illüzyonu yaratıldı. Gerçekteyse kente gelen bu köylü yığınlar kent yaşamına entegre olamadıkları gibi kenti besleyecek tarımsal üretimin de sekteye uğramasına neden oldular. Bir taraftan politik alandaki dışlayıcılık diğer taraftan toplumsal alanda göçten kaynaklanan ayrımcılık köy ve köylünün değer kaybına, işlev kaybına yol açtı.

1980 sonrasında Türkiye’de köy algısını daha da sorunlu bir düzeye taşıyan iki önemli dinamik denkleme eklendi. İlk olarak neoliberal ekonomi politikalarının serbest piyasa, dışa açılma ve dünya piyasalarına eklemlenme süreci köyün bir üretim alanı ve bir toplumsal yapı olarak sistem içinde marjinalleşmesine yol açtı. Giderek daha fazla finansal piyasalara, kente ve kentteki beyaz yakalılara, hizmet sektörüne odaklanan ve bunlar aracılığıyla kalkınmayı olmasa da büyüme hedeflerini tutturmayı amaçlayan ekonomik anlayış içinde köy bir kaynak olmaktan çok bir yük gibi algılandı. Köye dönük yatırımlar azaldı, köy nüfusu piyasa içinde marjinalleşmenin ötesinde kendi döngüsünü tamamlamaktan aciz kaldı. Özelleştirmeler sonucu devletin pamuk, şeker pancarı gibi alımları da ortadan kalkınca köy ve köylü sistem içinde görünmez oldu. İkinci bir dinamik ise 1980 sonrası Doğu ve Güneydoğu illerinde yoğunlaşan terör sorunu, askeri müdahaleler, uzun süreli olağanüstü hal uygulaması ve köy boşaltmaları oldu. Bu durumda köy artık yalnızca bir ekonomik yük ve marjinal bir toplumsal yapı değil aynı zamanda bir güvenlik meselesi ve politik mücadele alanı haline geldi. Yaklaşık kırk yıllık bir sürecin bugünkü çıktısı tarımsal üretimin yok oluşu, tarımsal ürünlerde dışa bağımlılığın artması, politik çözümsüzlük ve toplumsal sözleşmenin onarılması güç düzeyde hasar almış olmasıdır.

İşte tam da bu bağlamda Türkiye köyü bir ekonomik ve toplumsal yapı olarak neredeyse yok ettikten sonra yeniden keşfetmeye başladı. Ancak bu keşif yeniden köyü kalkındırmaya yönelik bir amaçtan çok, neoliberal toplum kurgusu içinde köyün yeniden inşa edilmesine yönelik araçsal bir ilgiydi. Bu araçsal ilgi, kırk yıllık bir ekonomik çözülme ve politik çatışmanın ardından sistem krizini çözmeye yönelik bir arayışın sonucu olarak ortaya çıktı. Bir taraftan neoliberal kapitalizmin sunduğu fırsat eşitliğinden ve sınırsız özgürlükten beklediğini bulamayan beyaz yakalılar çareyi köye dönmekte ve alternatif yaşam biçimleri inşa etmekte buldu. Diğer taraftan silahlı çatışma, ekonomik çöküntü ve nüfus kaybıyla toplumsal dokusunu kaybeden doğu illeri, kentten gelen ilgiyi fırsata çevirip kırsalı pazarlama yolunu seçti. Köy, ülkenin doğusunda ve batısında, sistem krizinden politik ve ekonomik anlamda zarar gören kesimlerin biraz nostaljik, biraz da pragmatik arayışının arzu nesnesi haline geldi.

Oysa bütün bu yeniden inşa sürecinde köyü ve köylüyü neoliberal döngünün dışında naif ve anakronik bir imge olarak düşünmek mümkün değil. İzmir’in Selçuk ilçesine bağlı Şirince köyü, henüz turistler ve kentli entelektüeller orayı keşfetmeden önce köylülerin ekip biçtiği, evde şarap, ekmek ürettiği, bahçedeki sebzesini sattığı basit, kendi halinde bir yerdi, bugünkü görüntüsü ise bambaşka. Alaçatı’nın bir zamanlar köy olduğuna kim inanır? İstanbul’a en yakın kaçış noktalarından biri olan Polonezköy, köyün metalaşmasının en erken ve en tipik örneklerinden biridir. Benzer bir biçimde bugün Kanadalı bir şirketin altın madeni açması nedeniyle protestolara konu olan Kazdağları’nda metalaşmaya konu olan köylerde, örneğin Yeşilyurt’ta, turizm hiç de ekolojik olmayan biçimlerde yaygınlaşmakta. Ankara Beypazarı, Bursa Cumalıkızık, Ödemiş Birgi gibi turizme dahil olan ama bu süreçte otantik değerini ve köy halini yitiren örnekleri çoğaltmak mümkün.

Dünya Bankası Kalkınma Göstergeleri’ne göre Türkiye ekonomisinde tarımın payı 1960 yılında yüzde 55 iken bugün yaklaşık olarak yüzde 6. Sanayi üretimine yönelik hammadde üretmediğimizi varsaysak bile –ki gerçek dışı bir varsayım- 81 milyonluk ülkenin gıda ihtiyacını dahi karşılayacak bir üretim yapılmıyor. Tarımsal üretime yönelik destek ve teşvik yok. Özelleştirmeye ve şirketleşmeye maruz kalan belli tarımsal ürünlerde köylü üretim maliyetlerinin karşılayamadığı için ya üretmiyor ya da hayvancılığa kayıyor. Kooperatifler aracılığıyla ayakta kalmaya çalışan kesimlerin yerel yönetimlerin desteğiyle ekonomik varlıklarını sürdürdükleri söylenebilir, ancak bu örneklerin geneli temsil edebildiklerini söylemek güç. Ekonomik varlığı olmayan bir toplumsal yapının bugünün dünya düzeni içinde varlık göstereceğini, toplumsal katkı sağlayacağını ummak gerçek dışı bir beklenti.

Gıda sektörünün en büyük çok uluslu şirketlerinden birinin patates cipsi markası için “Yiyin gari!” diyen köylü teyzenin, Türkiye’nin en büyük süt üreticilerinden birinin reklamında buzağıya sarılan genç kızın, telekomünikasyon şirketinin reklamında “öyle dümdük” konuşan köylü çocukların, televizyonda ve yerli filmlerde yaratılan köy mizansenleri ve köylü portrelerinin gerçek köy haliyle bir ilgisi yok. Büyük şehirlerde periyodik olarak düzenlenen “yöresel ürün pazarları” aslında yöresel, organik, ekolojik ürünler satmıyor. Bütün bunlar, neoliberal piyasa içinde tolere edilebilir dozda köylülük içeren son derece steril kurgular. Bu kurguların gerçek hayattaki yansımasını ise bugün kentli insana hitap etmek için dönüşüm geçiren eski köy-yeni turizm beldelerinden görmek mümkün. Bu turistik köylerde köylüden çok girişimci, üreticiden çok tüccarla karşı karşıya gelirsiniz. Bu köyler tezek kokmaz, evleri yıkık dökük değildir, tarım ekonomisinin zayıflamasından, ürününü satamamaktan ötürü mağdur olan, işçi parası veremediği için ürünü tarlada kalan köylüler yoktur buralarda.

Neoliberal ekonominin krizi yalnızca bir birikim krizi değil, aynı zamanda varoluşsal bir kriz. Sistemin merkezinde yer alan insanlar koşulları iyi dahi olsa bu birikim döngüsünün sürekliliğini ve gerekliliğini sorguluyor. Ancak bu sorgulamanın yarattığı kent ve köy, sanayi ve tarım karşıtlığı gerçeği yansıtmıyor. Tarihi geriye çevirerek krizi aşmak mümkün değil. Bunun yerine mevcut aşamaları göz önüne alarak, teknolojik ilerlemeleri ve bilgi akışlarını işlevsel bir biçimde kullanarak yeni bir toplumsal sözleşme ve yeni bir ekonomik denklem kurmak gerekiyor. Tarımsal üretimi desteklemek, çiftçilerin çalışma standartlarını ve yaşam standartlarını geliştirmek, verimliliği artırmaya yönelik teknolojik yaklaşımları yaygınlaştırmak gerekiyor. Göçü tersine çevirmek için somut adımlar ve gerçekçi çıktılar belirlemek gerekiyor. Etkin tarım politikalarını hayata geçirmediğimiz sürece “Gezmesek de, tozmasak da o köy bizim köyümüzdür.” deme hakkımız olmuyor.

*Prof., Dr., Ege Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü