Önümüzde daha upuzun bir kış var biliyorum. Ama dünyanın en uzun gecesinde kadınlar uyandı ve kralların uykuları kaçtı bir kez. Karanlık asla eskisi kadar karanlık olmayacak. Yaşasın kralsız, kraliçesiz, buyruksuz yürümeyi göze alanlar.
“Boyun posun devrilsin, yerin dibine gir, gidişin olsun dönüşün olmasın 2020”. Yılı uğurlarken pek çoğumuzun aklından geçen samimi yeni yıl dilekleri bunlar. Yeni yıldan tüm dileğimiz, bir öncekine benzememesi. Bir ilişkinin travmasını atlatamadan yenisine adım atanlar misali, bu yıla ilişkin duygularımız baştan yenik, yüklü, öngücenik.
Elbette yıl dediğin sadece sayı. “Güneş çevresinde tam bir devir yapması için geçen 365 gün, 5 saat 48 dakika ve 46 saniyelik zamanın dolması herhangi bir yaraya merhem olsaydı dünya böyle giderek daha bir serbest çağrışımla saçmalar mıydı?” Bu ay yayımlanan bir öykümden alıntı bu. Öykünün iki karakterinden erkek olan söylüyor. Uzun bir dostluk, kırklarının başında bir kadınla bir erkek. İlişkinin daimi genci, kadın. Hayattan beklentileri olan o çünkü. Erkeğe umutsuz bile denemez, umutla pek bir işi olmayanlardan. Rutinlerine sıkı sıkıya tutunup mümkün en az riskli hayatı yaşıyor, vermediği sözleri tutmak, kurmadığı hayallerin kırılmasını izlemek zorunda kalmıyor. “Ben demiştim,” edasının kısık ateşinde kırk yıl çayını demleyip oturabilecek bir hayat. Kahramanlarım arasında ayrım yapmayı sevmem ama hiç bana göre değil böylesi.
Simini, kartpostalını, olmayan Noel babasını, kapitalist kırmızısını, kutlanamayan yılbaşısını, yeni yılı severim ben arkadaş. Uğruna ne gemiler yaktığımız aşk dâhil her şey insan kurmacası değil mi zaten, ne diye yeni yılı harcayalım.
Tabii yeninin yeni olabilmesi öyle bir başına bize bağlı bir şey değil. “Gülmek bir halk gülüyorsa gülmektir, ne kadar benziyoruz Türkiye’ye Ahmet Abi,” bu bizim kaçınılmaz Cansever kederimiz. Ortalık yanarken kendini sevimsiz bulduğu gerçeklikten uzak tutarak tütsülü mumlu şahsi bahçesinde kendin pişir kendin ye tarzı huzur kotaranları da hiçbir zaman inandırıcı bulamadım. Böyle sahte ve bencilce bir barış, hiç dünyayla barışık gelmiyor bana.
İnsan elbette yoruluyor. Uzayıp giden salgından, gelmek bilmeyen aşıdan, günden güne daralan bütçelerden, geleceğin korkunç belirsizliğinden, insansızlıktan, sinema salonsuzluğundan, ortak gülüşsüzlükten, evet rakı sofrasızlıktan da, doya doya doya sarılmasızlıktan, öylesine bir karşılaşmanın günü güzelleştirme ihtimalinin yokluğundan… Hayatta kalmaya çalışıyoruz, hayatta kalabilen şanslılarız. Sırf salgından değil, kadın katliamından, türlü yokluk ve yoksunlukla sis gibi saran umutsuzluktan belli ölçüde kaçıp kendini kurtarabilenler.
İnsan tüm bunları bilse de, yani çok daha kötüsünün pek çok insan için hayatın ta kendisi olduğunu, şanslarının tadını öyle doya doya çıkaramayabiliyor. Bütün sürçmelerden hızlı bir kalkış da çıkaramıyor, kıyıda uzun uzun oturmak istiyor bazen. Sahilde tanımadığı köpeklerle selamlaşmak uzun bir telefon konuşmasından daha cazip geliyor. Yalnızlığın da insanı içine çeken kendince bir büyüsü var. Sanırım sevdiklerimizi, yakınlarımızı, özlemenin en haksız gelen biçimiyle özlerken bu duyguyu bir ucundan tatmışızdır çoğumuz son dönemde. Aylar sonra her şeye rağmen göze alınmış uzunca bir dost buluşmasında bardak bardak su içmenin gideremediği susuzluk cinsinden sohbette bir kez daha fark etmişizdir: İnsana insan lazım. İnsan, insana lazım.
Bu yıl en sevdiğim yazılmamış roman kahramanını, çocukluğumun en güzel anlarını, ömrümün en kıymetli, en yeşil taşını kaybettim. Ağabeyimi. Dünyanın artık o tanıdığımız yer olmadığı duygusunu yüzümüze çarpıp gerçeklik algımızı alt üst eden pandeminin doğal yasıyla birleşti bu yas. Uzun süre sizinle kalan, hayatı durdurmayıp adımlarınıza yerleşen türden bir darbe bu. Giden gidiyor, siz sizi eksilten yokluğundan yeni bir yaşamak çıkarmayı öğrenmeye çalışıyorsunuz.
Beklemediğim güzel şeyler de oldu. İstanbul’la bağım kopmamış olsa da on aydır eşimle bir göl kasabasında yaşıyorum. Hepimizi köksüz, kimsesiz, maskeli felaket senaryosu karakterlerine döndüren bu yıl bir gölün kıyısında uzun uzun yürüdüm. En iyi yürürken ve yazarken düşünürüm, uzun düşündüm.
Dünyanın uzun gecesine denk gelmiş gibiyiz. 2021’den başlıca dileğim biraz yeni olması. Tüm bunları bir gün geride bırakırsak, bundan bir şeyler öğrenebilmiş olmamız bir de.
2020’nin en büyük umudu, en yeşil damarı kadınlardı. Kadın ve LGBTİ+ mücadelesi umutsuzluğu “ayıp” hale getirecek kadar güçlü sonuçlar verdi. Toplumun, kültürün, devletin tüm çelmelerine rağmen bir an bile yere kapaklanmadan hem de. Putları yıka yıka, metaforik babaların sahte güvenliğinin gölgesinden kendini çekip çıkararak. Kadın ifşalarıyla başlayan güçlü ses son günlerde tacize uğrayan erkekleri de içine alarak genişledi. Sorunları, yarattığı kaygılar elbette var, her şeyin sözlüğü yeni yeni oturuyor, oturacak. Tüm bunlar olup biterken en manasız bulduğum şey taşı elin altına koymadan, uyanan minicik filize parmak sallayan yargılayıcı tutumlardı. Buna rağmen de durmadı, durmayacak. O güzel oklar o güzel yaylardan çıkıp gittiler. Artık hiçbir şey eski çamursu durağanlığında olmayacak.
“yangının kavurduğu yüreklerde ilk tomurcuklarını açarken umut
Ve ölüler kanlarının boşa gitmediğini bilerek
Yana dönüp içerlemeksizin uyuyabildiklerindedir barış,” demiş ya Ritsos. Öldürülen kadınlar öldüğüyle kalmayacak. Faili değil maruz kalanı haksız çıkarmaya çalışan çirkin sesler kendi bataklığında boğulacak.
Önümüzde daha upuzun bir kış var biliyorum. Ama dünyanın en uzun gecesinde kadınlar uyandı ve kralların uykuları kaçtı bir kez. Karanlık asla eskisi kadar karanlık olmayacak. Yaşasın kralsız, kraliçesiz, buyruksuz yürümeyi göze alanlar. Beraber yürümeyi de öğreneceğiz elbet. 2021, hoş geldin.