Önceki gün yine kuşkonmaz gibi sası bir ruh haliyle uyandım. Öyle bir tatsız tuzsuzluk... Kendi kendime, olsun bugünü de böyle çıkarırım ben, ne olacak ki dedim. Geçtim bilgisayarın karşısına oturdum. Geçerken Melisa kızımın saçlarında ellerimi gezdirdim. Ortaya güzel bir rayiha yayılsın da şu ruh halinden çıkayım dedim. Tabii ki o bir reyhan değil. Öyle dokunmakla kokmuyor. Ne rayiha ne bir şey. Melisa’dan kimseye hayır yoktu. Can çıkıyordu ama gün çıkmıyordu. Silkinip hayatın bir şekil yakasından kavramak gerekiyordu.
Bu haleti ruhiyeden kurtulmak için sıklıkla birinden birini tercih ettiğim üç seçeneği gözden geçirdim ve üçüncüsünde karar kıldım. Birinci seçenek Mevlana Bulvarı’ndan başlayıp Sincan’a kadar upuzun bir yürüyüş yapmaktı. Google haritasına göre, 29 km olan bu mesafe, yürüyerek 5 saat 57 dakika sürüyormuş. Tosbağa yürüyüşüyle hesaplıyorlar sanırım. Ben 4.5 saatte tavşan hızıylan yürürüm o güzergahı.
Oralara kadar yürümüşken Batı Adliyesini de ziyaret ederdim. Sonraki günler için bir prova olurdu. İngilizcede rehearsal diyorlar. Şu köşeye onu da koyayım az sonra lazım olacak. Rehearsal=Prova.
Sabahtan yola çıkarsam öğlen yemeğimi de Ankara Batı Adliyesinin karşısında bir yerlerde yer, akşama kalmaz Madenlilerin deyişiyle bir “vesait” bulup eve dönerdim. Madenlileri bu ara çok boşladım. Onların kırık gönüllerini toparlamaya da bir vesait lazım şimdi... 29 km yol da çok yaw. Birkaç ay evvel bir keresinde 16 km yol yürümüştük İstanbul’da. Benim keyfim yerindeydi de “kendisinin” bünyesi bu yürüyüşü kaldırmadı, o gün bugündür topuk dikeniylen uğraşıyor.
Ankara Batı Adliyesi... Yön belirterek isimlendirilmiş şehirleri ve bölgeleri, hiç görmeden etmeden severim ben. Ortabatı, Kuzey Karolayna. Kuzey Ren Vestfalya Nasssıl güzel geliyor kulağıma, anlatamam... İşte Ankara Batı Adliyesi... Yerim seni ben. Yerim de, sanırım önce o bizi yiyecek. Sincan’daki bu yeni adliye sarayında dün de sevgili bir arkadaşımın mahkemesi vardı. Çağlayan’dan sonra şimdi de Uygur Özerk Bölgesi Sincan’da yargılanmaya devam ediyoruz. Sırayla hepimiz... Uygur dedim de Esat Bankacı Sokak’taki Uygur restoranını ihmal etmeyin, gözünüzü seveyim. Yeni açıldı. Hiçbir şahsi yakınlığım yoktur sahipleriylen. Zaten gerçek Uygur hepsi de. Nereden yakınlığım olsun? Fakat o restoranı yaşatalım lütfen. Oradaki Çin biberli lahana kavurmasını ayda en az bir kez yemesem hayatta olmaz artık. Fiyatlar çok makul üstelik. Yeni rutinlerimizden biri de ayda bir cuma Uygur restoran üstü sinema... Neyse gereksizce özerk bir parantez oldu bu. Kapatıyorum şimdilik.
Arkadaşımın duruşmasına “boğazlarım” şiştiği için gidemedim dün. Vallahi komiklik olsun diye böyle söylemiyorum. Öyle bir yanma vardı ki boğazımda, tek başına küçücük bir boğaz o kadar ağrıyamazdı. Birkaç tane olması gerektiğine kanaat getirdiğim boğazlarımdan gergedan sürüsü geçiyordu yeminlen. Bu yüzden yazının bu noktasında biraz teybi sardırabilirim, kusura bakmayın. Kısacası ne o gün prova yürüyüşü yapabildim, ne de dünkü duruşmaya gidebildim.
Gelelim ikinci seçeneğe, ikinci seçenek mutfağa dalıp buzdolabına yürümek ve artık Allah ne vermişse onlarla idare ederek internette bulduğum Osmanlı saray yemekleri menüsünden bir şeyler pişirip kafayı dağıtmak.
Üçüncü ve son seçenek, hiç yan yollarda oyalanmadan kırmızı şapkamı giyip doğrudan ormana dalmak. Artık kurt, kuzu veya büyükanne demeden karşıma ne çıkarsa onlarlan hasbıhal etmek. Burada da yeri gelmişken söyleyeyim. Masalın en eski örneklerinde, artık ilk kez kaçıncı yüzyılda anlatılmışsa, kızın başında kırmızı bir şapka yokmuş. Şapka mapka yokmuş annem! Kız kurda da yem filan olmamış. Oysa rahmetli Umberto Eco, kırmızı başlıklı kızı istediğiniz kadar farklı yorumlarla okuyun fakat onun başında bir kırmızı başlık olduğunu inkar edemezsiniz derdi. Kırmızı başlığı her türlü yorumlayabilirsiniz ama onun “varlık” sınırında duracaksınız demeye getirirdi.
Ne var ki üstat, fena halde yanılmış. Meğersem kırmızı şapkanın kendisi bizatihi bir yorummuş. Sonradan eklenmiş. Cinsiyetçi düzenin tırs-ek yorumu. Sanırım kızı kurda yem etmeye karar verince, başına kırmızı bir şapka kondurmuşlar. Öyle kırmızı şapkalı bir frapanlıkla ormanlarda dolaşırsan kurda kuşa yem olursun demeye getirmişler. Ahlakın kırmızıyla ilk ilişkilendiği yer bu masal olabilir mi acaba?
Kırmızı başlığın varlığı ve yokluğunun ahlakla ilişkisinden söz edince aklıma geldi; Sayın Cumhurbaşkanı tanzim satış noktalarındaki kırmızı domatesleri “varlık” ilan etmiş. Memleketcek yokluk değil, varlık kuyruğundaymışık. Yeşilmişik, safmışık. Yaw he he...
Ormana dalarım dediğimde, Biritiş saray ahalisinin masalsı hayatlarına dalıp Beştepe’leri, Bağçalıları, KK’leri filan tümden unutmaktan söz ediyordum... Kraliyet gelinlerinin şık şıkıdım elbiselerine bakmak. Kaplama Çokopirens Charles’ın hızla yaşlanıp çökmesini kutlamak. Kate yılanına karşı gara guzu Meghan’ın tarafını tutmak. Her zamanki gibi yine bunları yapacaktım. Zaten Meghancaazımın doğumuna da çok az kaldı. Daha bir sürü hazırlık var takip edilecek...
Kısacası depresyondan topuk dikeni edinmeden çıkabilmek için kraliyet ailesiylen meşgul olmak en iyisiydi. Bundan da öte, kendi sarayına laf edemiyorsan, başka saraylardan yürüyecektin. Yürümek demişken farazi bir yürüyüş. Yoksa, değil Buckingham sarayında yürümeyi, Camden Town’daki beş pounda açık büfe Çin yemeği servis eden salaş restoranları bile ancak rüyamda görürdüm ben. O rüyada da muhakkak the ibiş elinde iblis çatalıylan suşi tepsisinin başında olurdu...
Sarayla meşgul olmaya karar verdiysem de bu sefer güncel magazine bakmadım. Altı ay kadar evvel fav’a atıp beklediğim ve geçen haftaki yazımda da değinip geçtiğim kraliçenin cenaze töreni provası geldi aklıma. Açtım videoyu bir daha seyrettim.
Haber şöyle: “İngilizler hatta kraliçenin kendisi bile o gün için hazırlık yapıyor. İngiltere Kraliçesinin cenazesi ve yas süreci titizlikle planlanıyor. Hatta en son prova geçen hafta yapıldı. Kraliçe kendini iyi hissetmediği için bir etkinliğe katılmayınca İngiliz Bakanlar bir araya gelerek yas dönemi için hazırlıkları gözden geçirdi. Plan şöyle işleyecek. İngiltere hükümdarının ölümü ilk olarak başbakana bildirilecek... Bunun için özel bir kod kullanılacak. O kodun ‘Londra köprüsü yıkıldı’ olduğu belirtiliyor... BBC spikerleri siyah ceketlerini ve kravatlarını hep hazırda tutuyor ve kraliçenin ölüm haberini nasıl verecekleri konusunda zaman zaman prova yapıyor... Yas dönemi sona erince, muhtemelen bir yıl sonra Prens Charles kraliçenin yerine resmen tahta çıkacak...”
Bu nokta da artık durdum. Diyarbakır küçelerindeki kara kıvırcık saçlı çocukların, gıcık oldukları birinin başına bir şey geldiğinde, özellikle şans gibi görünen bir durum boşa çıktığında, ellerini göğüsleri üzerinde yukarıdan aşağı kaydırarak “ohheşşş” demeleri gibi “ohheşşş” dedim. Gırtlaktan gelen bir “h” ile. Çokopirens öyle hemen tahta kurulamayacak, bir yıl bekleyecek, belki o esnada o da ölür...
Haber, o gün geldiğinde dünyanın bütün liderleri Westminster Abbey Kilisesindeki törene akın edecek diyor. Orası da Batı. Batıminster. Bu da mı tesadüf? Aman diyim, Allah dünyanın bütün liderlerini esirgesin, kraliçe ayakkabısının altına isimlerini yazmıştır, ayağını sürür felan neme lazım... Kırk yıldır giydiği ayakkabılar zaten. Tekinsiz... İnsan korkuyor. Muhtemelen o ayakkabıları da sarayın önüne dizerler bir müddet. Ayakkabılar da çantalar da mezara götürülmüyor bacım...
Gerçi Biritiş basınını biraz kurcalayınca Londra Köprüsü’ne 2017’de yapılan saldırıdan sonra, “Köprü yıkıldı” kodunun değişmiş olabileceği ve zaten çok deşifre olduğu filan da fısıldanmıyor değil. Bu da ayrı bir konu.
Fakat geleneğe, ciddiyete, olay akışının inceliklerine ve detaylara bakar mısınız... BBC spikerinin yan dolabında siyah ceket ve kravat duruyormuş! Buckingham Sarayının bahçesinde dağıtmak için iki yüz gramlık İngiliz çayı poşetleri de hazırlamışlar mıdır acaba?
Hayır illaki monarşik olacaksak, bari bazı geleneklerimiz olsun bizim de. Adamlar kraliçe öldüğünde kraliyet tavşanlarının kaç kez zıplayacağını bile planlıyor. Tavşan demişken, biz o geleneklerin içyüzünü de gördük aslında da. The Favourite filminde... Amaan neyse tadımızı kuşkonmaza bağlamayalım şimdi, boş verelim. O sadece bir film.
Saraydı, adaletti, provaydı, davaydı, cenazeydi derken laflar kuş gibi oradan oraya kondu.
Ankara Batı Adalet Sarayıyla bitirelim bu mevzuyu. Demem o ki, 29 km yol yürüyüp, Batı Adalet Sarayında savcı karşısına çıkmadan evvel, ortamları kolaçan etmeye, mahkeme provası yapmaya hiç gerek yok. Neyin provası?
Yemişim adaletinizi de, varlığınızı da, kırmızı domatezlerinizi de...
“Yıkılsın Londra Köprüsü, bir daha açılmasın! Yok edelim insanın insana kulluğunu...” diyeceğim de, 3. köprümüz üzerine alınır filan diye korkuyorum.
Maazallah...