Krallığın İşleri: Sanatçılar, krallar ve parçalı anlamlar
Yuri Herrera'nın 'Krallığın İşleri' kitabı Notos Yayınları tarafından yayımlandı. 'Krallığın İşleri', sanat ve otorite ilişkisini sorgularken, zamanı belirsizleştirerek anlatıyı her dönemde farklı yorumlanabilecek bir boyuta taşıyor.
Anlatmak istediğini sezdiren, kurguladığı dünyayı, mekân, zaman ve karakterlerinin seçimiyle gerçekliğin dışına çıkaran ama anlattığı meselelerin şimdiki dünyayla ilişkisini de kurdurabilen yazarları etkileyici buluyorum. Bizi her gün yaşadığımız ve yeterince maruz kaldığımız çıplak dünya gerçeğiyle yüz yüze getirmek yerine, kendi dünyasından seslenebilen ama hayatın şimdisini de bir yerden yakalayabilen türden metinler anlatmaya çalıştığım. Hayattan, insanlardan, dünyanın başka türlerinden bahsetmenin imkânını kendince bulan, gösteri yapmayan, göze sokmayan, anlatabildiğini okura ispat çabasına girmeyen ve böylece devamlı metnin akışına müdahale etmemiş olan, okuru “aydınlatma” misyonu gütmeyen anlatılar, kendi okuma deneyimimde öncelediğim kitaplar oluyor. Çünkü bir okur olarak yol gösterici bir yazardan çok, onu unutarak içinde kaybolduğum hikâyelerden daha çok haz alıyorum.
Bana bu hazzı yaşatan daha önce Türkçede iki kitabı daha Notos Yayınları tarafından basılmış bir yazar, Yuri Herrera. 'Dünyanın Sonunu Önceleyen İşaretler' (2019), 'Bedenlerin Göçü' (2018) ve son olarak 'Krallığın İşleri', Bülent Kale tarafından çevrildi. Ancak ben kendisini 'Krallığın İşleri' ile biraz geç tanıdım ve diğer metinlerini de merak ettim. Yuri Herrera 'Krallığın İşleri'nde ilk paragrafta da bahsettiğim bir yazma biçimiyle sesleniyor okura. Bu kısa metinde pek çok olay var ama yazarın olaylara dair kendi sesini çok duymuyoruz. Metin bu anlamda okurun sezgilerini devreye sokuyor. Böylece yazar, kendine göre olması gerekeni değil sizin, okurun kendi pratiğinden çıkabilecek çoklu yorum ve sonuçlara kapı aralıyor. Yuri Herrera’nın metninde dikkatimi çeken bir şey de biçim ve içeriğin birbiriyle ilişkisi, parçalı bir anlatma tekniği ile oluşturulmuş metin, belli bir bütünlüğü olsa da kopuk olay parçaları ile örülmüş, bu da bir belirsizlik ortaya çıkarmış ve anlatıyı tekil bir biçim ve içerikten kurtarmış.
Elbette Herrera’nın da anlatmak istediği bir mesele var. Bu metnin konusuna dair dikkat çeken, güncel denebilecek bir meselenin çok genel söyleyecek olursak, -sanatçı ve otoriteler arasındaki ilişki- seçilen mekânlar, yaratılan karakterler ve metinde yaşanan olaylar sayesinde başka bir şekilde anlatabilmiş olması. Bu da metnin en başta bahsettiğimiz anlatılanın gerçekliğini kıran ama şimdiyle bağlantıyı kaybetmeyen yanı olarak karşımıza çıkıyor.
SANATÇI'NIN SESİ OTORİTELERİN ELİNE GEÇİNCE
Kitabın konusundan biraz bahsedelim, metnin başkarakteri sanatçı Lobo kendi hâlinde yarı aç yarı tok, çeşitli mekânlarda şarkılar söyleyerek, yaşamını sürdürürken bir gün kralla karşılaşır, onun gücüne ve ihtişamına kapılır, çevresindekileri kıskanır ve onlar gibi yaşamak ister. Lobo’nun yaşamı hiç kolay değildir metinde anlatıldığı gibi; “Anne babası onu kim bilir nerelerden getirip burada kaderine terk ettiği zamandan beri varoluş onun için toz toprağa ve güneşe bulanmış günleri saymaktan ibaretti.” Metinden anladığımız kadarıyla terk edilmeden önce iyi sayılabilecek bir yaşamı olduğu söylenemez Lobo’nun. “Toz, toprak ve güneş. Sessizlikler. İnsan sesine hasret, yıkıntı bir ev. Anne babası evde bir köşede oturur, bütün gün tek kelime etmezlerdi.” Kısacası Lobo, ne sevgi dolu sözler duymuş ne de bolluk içinde günler geçirmişti. Gözlerindeki sorun nedeniyle okul yaşamı da pek iç açıcı geçmemişti. Terk edilmeden önce kendisine babası tarafından alınan akordeon tek dostu ve ekmek kapısı olarak yaşamında yer ederken, bu açılardan bakıldığında kralın ihtişamına kapılması çok da garip değil aslına bakılırsa. Herrera, bize öncelikle karakterinin yaşamından kesitler göstererek, bir bakıma okura onun kralın gücünden etkilenmesinin de sebebini açıklamış oluyor bana kalırsa ama bunu söylemiyor, nasıl yorumlayacağımız kendi okuma deneyimimize bağlı. Sonrasında bir yolunu bularak, krallıkta yaşamaya başlıyor karakterimiz, bundan sonra karakter üzerinden okurda şöyle sorgulamalar başlıyor, kralın gücüne kapılan bir sanatçı ne kadar kendisi olabilir, o sanat artık onun sanatı mıdır, o şarkılardaki ses ona mı aittir? Böylece metin şimdilerde de sık sık tartışılan meselelerle bağlantısını kurmuş oluyor. Bakıldığında bambaşka bir zamandan sesleniyormuş gibi görünse de bu metin bize sanata ve sanatçıya dair epey güncel soru sorduruyor ve metnin karakteri üzerinden bu konuda epey çıkarımda bulunabiliyoruz. Devamlı kralı ve gücünü öven bir sanatçının kendine dair olanı yitireceğini, sesinin otorite tarafından esir alındığında sanatına dair pek bir şey kalmayabileceğini fark ediyoruz.
ZEVKE KAPILINCA
Metindeki sanatçı için durum başlangıçta iyi görünüyor; istediği kadar yemek yiyor, arkadaşlar ediniyor, kralı öven şarkılar yazarak onun güvenini günden güne daha çok kazanıyor. İçinde endişeler de var ama kitabın bir başka karakteri Kuyumcu’nun iki gün boyu açık unuttuğu plak onu başka düşüncelere salıyor: “İşte bu, diye düşündü Sanatçı, buyuz biz. Kimsenin hatırlamadığı, amaçsız birer makineyiz. Tanrı iğneyi plağın üzerine koymuştu belki ama sonra acıkmış, bir şeyler atıştırmaya gitmişti. Sanatçı göğün üzerinde de yerin altında da onu koruyacak kimse olmadığının çoktandır bilincindeydi, herkesin azizi yine kendisiydi ama şimdi, Divan’da, o elmas iğne tuz buz olmadan önce insanın biraz zevk alabileceğini görmüştü artık.” İnsanın dünyadaki varlığı da böyle değil mi? Tanrı’nın yeryüzünde unuttuğu, amaçsız makineler gibi oradan oraya savrulan, farkında olmadığı kadar yalnız, kendisi dışında dosttan mahrum bu nedenle belki küçük de olsa bir zevk yakalayınca onun esiri oluveriyor. Kitaptaki sanatçı gibi, küçük bir zevk alınabileceğini fark ettiğinde ona kapılıp gidiyor. Krallıktaki herkesi şarkılarıyla ödüllendiriyor, onlara övgüler düzüyor, otoritelerin güvenini kazanıyor, yılların verdiği açlıkla karnı tıka basa yemekle doydukça, daha da kapılıyor yeni yaşamına.
Sanatçı için işler tıkırında giderken krallıkta işler iyi gitmiyor, kralın “düşmanları” rahat durmuyor, sanatçı bu duruma üzülüyor, krala karşı olanlara kızıyor. Oysa sonradan anlaşılacağı gibi, esas “düşman”, sadık olduğun, peşinden gittiğin sürece sana kıymet veren kral, genel anlamda da otoriteler. Sanatçı varlığının değerinin otoriteler tarafından belirlenmesinin kendisi için ne demek olduğunu nasıl fark edecek, kendisinden uzaklaştıkça insandan geriye kalanın, özneyi nasıl değersiz kıldığını anlayacak mı? Bu soruların cevabını kitabın sonunu açıklamamak adına merak edip okuyacak olanlara haksızlık olmasın diyerek vermeyelim.
PARÇALI ANLAMLAR
Kitabın parçaları arasında düzyazı şiiri andıran metinler var, bu metinlerde olaylara yer verilmiyor ama bir şekilde anlatıdan çıkabilecek kıssadan hisseler şeklinde tanımlanabilir sanırım. Bu parçalardan epey etkilendiğim bölümler var, örneğin:
“Ne var orada? Ne var orada ötede? Güneşi cepheden gören bir başka dünya mı? Suya atılan taşın ardından oluşan halka halka dalgalar mı? (Hayat suya atılan bir taş mı?)
Gör, gör, gör ve artık görme: Biçim yok, sadece kendinden de yorulmuş bir karmaşa. Kibirli bir yüz, uyuşuk bir dünya…” Orada, ileride, ötede, geleceğe doğru yönümüzü çevirdiğimizde ne var gerçekten, başka bir dünya mı, yok olmuş bir dünya mı? Bir şeyleri görmek değiştirmeye yetiyor mu? Geriye kalan yazarın da söylediği gibi, “kendinden de yorulmuş karmaşa”sının içinde kaybolmuş bir tür olan insan mı? Buradan yola çıkarak onlarca soru sorabiliriz ama yazarın gör dediği şöyle:
“Ve gör:
Kaybedilmiş bir tutunacak dal, faydalanmam için bekleyen kısa bir döngü, kendi karanlık ışığına gömülmüş bir sır. Bütün dünya sığar o aynaya, her küçük detay, tersine çevrilebilen bir şifredir orada. Yavru köpeklerdir onlar; sen okşa diye çırpınarak birbirlerini ezen, derileri durmadan değişen bir sürü yavru köpektir.”
Bu bahsettiğimiz parçaları metnin bütünlüğü içinde değerlendirebiliriz ama tek başlarına okunduklarında da bahsedilen konular, insana, varoluşa, dünyaya ve yaşama dair epey düşündürüyor. Yazar, böylece anlamı tekleştirmiyor, metnin asıl konusuna başka parçalı anlamlar dâhil ediyor. Çünkü dünyada da tek bir anlam yok olsaydı bile dünyanın şu zamanından sonra o da ancak parçalı olabilir.
Yuri Herrera’nın 'Krallığın İşleri' adlı kitabı sanat ve otorite ilişkisini sorgularken, zamanı belirsizleştirerek anlatıyı her dönemde farklı yorumlanabilecek bir boyuta taşıyor çünkü bir krallık yaşamından söz ediliyor gibi görünse de gazeteci gibi figürler, bugüne aitmiş gibi gelen yaşamlar metni zamansızlaştırıyor. Öznenin varoluş sorunlarını, hazlarını, kendisiyle ilişkisini, yaşamın onun, ne olduğunu veya ne olacağını belirleyen getirilerini de görmezden gelmiyor. Bir yandan karakterle empati yapıp onu anlamaya çalışırken diğer yandan başka türlü davranmanın imkânları üzerine düşünüyorsunuz. Kendi coğrafyamız özelinden metinle diyalog kurarken şöyle düşündüm, kültür sanatın ek olmaktan çıkamadığı, entelektüel emeğin devamlı sömürüldüğü bir zamanda yaşarken, Herrera’nın metni, tüm bu gerçekliği bize başka açılardan göstermeyi başarıyor. Ayrıca, anlamı çoğullaştırıp, parçalıyor. Bu açılardan üzerine düşündüğüm ve keyif aldığım bir kitap oldu diyebilirim.