'Kriz' söyleşileri-1: 'Komplo' söylemine kendini kaptıranlar faşizme destek veriyor
Hocaların hocası Prof. Dr. Korkut Boratav, Prof. Dr. Ahmet Haşim Köse ve Boratav’ın üniversitedeki son asistanı Doç. Dr. Nilgün Erdem ile ekonomik krizi değerlendirdik. “Aynı gemideyiz” ve “ekonomik savaş” söylemlerini eleştiren Boratav, “Esas problem bir komplo değildir finans kapitalin doğasında olan bir şeydir. Komplo söylemine kendini kaptıranlar faşizme destek vermektedir, bilerek veya bilmeyerek” uyarısında bulundu ve ekledi, “Bu krize sadece yöneten yol açmadı, bu avantadan nemalanan, kapkaç yapan sermaye sınıfları da yol açtı. Bizim şu andaki görevimiz, tespit etmek ve eleştirmektir.”
Özlem Akarsu Çelik - oakarsucelik@gazeteduvar.com.tr
Mühdan Sağlam - msaglam@gazeteduvar.com.tr
ANKARA - Ekonominin hal-i pürmelalini masaya yatırdığımız iki günlük söyleşi dizimizin ilkinde “bu noktaya nasıl geldik?”sorusuna yanıt aradık ve iktidarın “aynı gemideyiz” metaforuyla da desteklediği “ekonomik savaş” söylemini sorguladık. Hocaların hocası Prof. Dr. Korkut Boratav, OHAL KHK’sıyla Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden ihraç edilen hocalar Prof. Dr. Ahmet Haşim Köse ve Doç. Dr. Nilgün Erdem ile bir araya geldik. Masanın bir özelliği vardı; Nilgün Hoca, Boratav’ın üniversitedeki son asistanıydı. Boratav, asistanının ihracına, “1948’de babamı, 1980’de beni, bugün de asistanımı üniversiteden attılar. Her dönem biraz daha gaddarlaşıyorlar” açıklamasıyla tepki göstermişti.
Duayen iktisatçı Boratav, bugünkü ekonomik krizi değerlendirirken “Rahip Brunson meselesi bu krizin tali bir unsurudur, ufak bir katkı yapmıştır. Esas problem bir komplo değildir finans kapitalin doğasında olan bir şeydir. Komplo söylemine kendini kaptıranlar faşizme destek vermektedir, bilerek veya bilmeyerek” uyarısında bulundu ve “muhalefette de aynı eğilimin etkili olduğunu görüyorum, uyarmak da bizim görevimiz diye düşünüyorum” dedi.
Mühdan Sağlam: Türkiye ekonomisinde ne oluyor?
Korkut Boratav: Türkiye ekonomisinin güncel problemlerinden biri şu, ekonomiyi bugünkü anayasal ortamda yönettiğini iddia eden en üst makamda uygulanan ekonomik modelle ihtilaf var. Yani Cumhurbaşkanı son üç yıldan beri kendisini rahatsız eden bazı politika unsurları ile ihtilaf halinde. Bu politikaları uygulamak zorunda olan yasal yükümlülükler dolayısıyla Merkez Bankası başkanlarına da bir ara ihanet suçlamasına varan eleştiriler getirdi ve bunun yarattığı gerilim var. Mücadele ettiğini ileri sürdüğü bu modeli nereden devraldı ve niye uyguladı? Bugünkü iktidar 2002 yılının sonunda Türkiye'yi yönetmeye başladı. 2002 yılının sonunda var olan bir modeli devraldı. Devraldığı model IMF programıydı ve Kemal Derviş'in güçlü ekonomiye geçiş programıydı. Hem IMF sözleşmesini devraldı hem de o sözleşmenin icabı olan bazı kurumsal düzenlemeleri üstlendi. Peki Hükümet bugün neden şikâyet ediyor? Çünkü bugün mücadele ettiği, kavgalı olduğu programlar, onun (geçmiş hükümetlerin) uzantısıdır.
'13 YIL AYNI EKONOMİK SİSTEMİ UYGULADINIZ BUGÜN BU KAVGA NEDEN?'
Mühdan Sağlam: Birinci AKP Hükümeti, eski ekonomik sistemi olduğu gibi kabul etti ve sürdürdü. Şimdi de eski sistemle mücadele ediyor. Hükümete yönelttiğiniz temel eleştiriler neler?
Korkut Boratav: Uygulanagelen program aslında finans kapitalin dünyaya hâkim olmak için getirdiği kurallar kümesidir, 2000 yılının başında başlamış ve yerleşmiştir. Sadece Türkiye’ye değil tüm dünyaya yerleşmiştir. Bu kurallar bütünü, bir büyük sermaye grubunun tüm kurallarını, dünyaya taşıdığı için hastalıklıdır ve dünya çalışanlarının hakları ve mazlum milletleri için ağır problemler getirmektedir. Türkiye söz konusu modeli 1989’da devraldı. Benim burada eleştiri konusu yaptığım şey bu sistemi hazır alıp uygulayan bir iktidarın 12-13 yıl sonra kavga çıkarmasıdır. Hatırlatalım bu modelin ana unsurlarından biri, sermaye hareketlerinin serbestisidir. Bunu uygulayan, sınırlı uygulayan ve uygulamayan ülkeler oldu. Birinci soru, niçin bugünkü iktidar 2002'de yönetimi devraldığı aldığı zaman bu kuralı reddetmedi? İkincisi, bu büyük kuralın uzantılarından biri merkez bankalarının bağımsızlığıdır. 2001’de bu Kemal Derviş’in “15 günde 15 yasa” sloganıyla finans kapital adına, IMF programı adına yasal olarak düzenlenmiştir, Merkez Bankası’nın bağımsızlığı yasa ile kabul edilmiştir. Üçüncüsü, Merkez Bankası’na ilave yükümlülük getirmiştir, Merkez Bankası’nın ana sorumluklarından biri enflasyonla mücadeledir.
'FAİZ YÜKSELİR DÖVİZ UCUZLAR KURALI SAYESİNDE AKP ÜST ÜSTE SEÇİM ALMIŞTIR'
Mühdan Sağlam: Enflasyonla mücadele kadar işsizlikle mücadele de Merkez Bankası’nın sorumluluklarından biri denilebilir mi?
Korkut Boratav: Evet bu ikisi onun sorumluluklarından bir tanesi ama görevlerinin uzantıları da vardır. Bu uzantılardan biri, para politikası. Yani enflasyon hedefine göre belirlenecek sıkı para. İkincisi ise döviz hedeflenmeyecek, serbest ve dalgalanmaya bırakılacak. Demek ki eğer dünya piyasalarına bol para giriyorsa ki AKP’nin ilk yılları böyledir. İşte o koşullarda bu kural şu anlama gelir: Yüksek faiz, ucuz döviz. Faiz yükselir, döviz ucuzlar. Bu sayede AKP iki- üç seçim üst üste almıştır. AKP, 2003-2007 yılları arasında ucuz döviz yüksek faiz programı ile bol sıcak para girişini sağlamış, Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca hiç ulaşamadığı yıllık sermaye girişlerine mazhar olmuştur. Bu yıllar arasında milli gelirin yüzde 7.5’i oranında yabancı sermaye girişi olmuştur.
'BUGÜNKÜ KRİZİN SORUMLUSU, NEOLİBERAL FİNANS KAPİTAL TAHAKKÜMÜNE DAYALI MODELİ TÜRKİYE’NİN KAVGA ETMEDEN SÜRDÜRMESİDİR'
Mühdan Sağlam: Tüm yükselen ekonomiler “yüksek faiz, ucuz döviz” politikasını mı uygular? Bu sistemin getirisi ve götürüsü neler? 2003-2007 yıllarını ekonomik rahatlıkla geçiren Türkiye ekonomisi 2008 krizinden neden derinden etkilendi?
Korkut Boratav: Bunu izlemeyen ülkeler de var elbette. 1998- 2002 dünya ekonomisini sarsan krizden Doğu Asya ülkeleri çok ağır etkilendi ama hemen akıllarını başlarına topladılar ve borçlanma ile girdikleri kriz dalgasını dış dengeleri sağlayarak aştılar. 2002’den sonra da ekonomileri cari işlem fazlası vermiştir. Türkiye neden yapmadı peki? Çünkü 1998-2002’de Türkiye ekonomisi aşağı yukarı dış açık vermedi. 2001 krizinin dip göstergeleri 2002’de belirginleşti. Aynı yıllarda Arjantin de benzer durumdaydı. Fakat Arjantin bütün dış borçlarının yüzde 90’ını kesip yüzde 10’unu ödeyeceğini açıkladı. AKP ise tam tersini, dış borçlarını ödemeyi tercih etti, dışa açık borçlanmaya dayalı ekonomiyi sürdürdü. Aklınız neredeydi? Yanı başınızda çok cüretli ve finans kapitalin hâkimiyetini reddeden Arjantin ekonomisi örneği vardı. Dolasıyla bugünkü krizin sorumlusu biraz önce söylediğim ve şu anda şikâyet ettiğim neoliberal finans kapital tahakkümüne dayalı modeli Türkiye’nin olduğu gibi kabul edip 2015’e kadar aşağı yukarı kavga etmeden, ihtilaf çıkarmadan sürdürmesidir. Şunu da ekleyelim, bugün Hükümet, IMF seçeneklerine karşı kapılarını kapatmış görünüyor ama 2005’te de üç yılık IMF ile ek bir standby anlaşması yapıp 10 milyar dolarlık kredi aldı. Dolayısıyla finans kapitalin tahakkümüne dayalı neoliberal küreselleşmenin ana parametrelerinden oluşan bu modeli Türkiye’ye tüm ağırlığı ile taşıyan iktidar bugün bu sorumluluğu geçiştiremez, yakınarak sorumluluğunu göz ardı edemez.
'KOMPLO SÖYLEMİNE KENDİNİ KAPTIRANLAR, FAŞİZME DESTEK VERMEKTEDİR'
Özlem Akarsu Çelik: Kriz iktisadi mi siyasi mi? Bunlar birbirinden bağımsız değil ama kamuoyunu yönlendirmeye dönük bir retorik kullanılıyor. “Aynı gemideyiz” metaforuna ilişkin sosyal medyada şöyle eleştirilere rastladık, “Yerken kaptan köşkündeydiniz ama hesap geldiğinde hepimiz aynı gemideyiz, hadi hesabı birlikte ödeyelim!..” Aynı gemide olduğumuz iddiası toplumda bir karşılık bulur mu?
Ahmet Haşim Köse: Hiçbir toplum yekpare değildir. Eğer bir gemiden söz edeceksek bunun çok katlı ve kompartımanlarının çok farklı olduğunu yani makine dairesinin fena halde sıcak olduğunu, güvertede işlerin daha serin gittiğini söyleyebiliriz. Aynı gemideyiz, batarsak batacağız, ödeyeceksek ödeyeceğiz çağrısı sermayenin her zaman kriz dönemlerinde biraz da milliyetçiliği tetikleyerek krizin bir ortak ürün olabildiğini hatırlatarak aslında kemer sıkma programının alt yapısını oluşturmanın bir retoriğidir, bu yapılabilir. Ancak şunu hiç unutmayalım, hiçbir toplum suda yüzen sunta gibi yekpare olmadığına göre bu toplumun değişik katmanları, sınıfları vardır.
İstikrar programı her zaman bir geri ödeme programıdır. Egemen sınıflar alt sınıflar üzerinde yeni bir iktisadi menü inşa etmeye çalışır. AKP açısından önemli bir takım sorunlar olduğu çok açık. Çünkü AKP’nin doğrudan bağımlı bir alt sınıf ya da yoksullar sınıfı yarattığını ve bunu yönettiğini de biliyoruz. O, siyasal iktidarın güçlü bir parçası. Olası bir istikrar programının ya da olası bir daralma programının bu gruplar üzerinde etki yaratacağı da mutlaktır. AKP bunu nasıl yönlendirecek? Orada iş sadece bir kriz yönetim programı değil aynı zamanda siyasal bir entegrasyon ilişkisidir. Bu grupların aynı zamanda siyasal bağının ve bunun gerekli olan yeniden dağıtım ağlarının yani finansman gereğinin sürdürülmesi AKP açısından mutlaktır.
'İSTİKRAR PROGRAMI KİME ÖDETİLECEK? KENTLİ ORTA VE KENTLİ VARSIL SINIFLARA DOĞRU BİR PROGRAM İNŞA EDİLMESİ MUHTEMEL'
Ahmet Haşim Köse: Önümüzde bir istikrar programı varsa bu istikrar programının nereye, kime ödetileceği konusunda AKP’nin bir siyasal seçkisi de olacaktır. Kentli-çok hazzetmediğim bir kavram ama- orta sınıflara, kentli varsıl sınıflara doğru program inşa edilmesini muhtemel görüyorum.Egemen sınıflar karşısındaki iktidar prosedüründen yani yeniden dağıtım prosedüründen kolayca vazgeçeceğini sanmıyorum. Kriz dediğimiz şeyin sonuçlarının eşitsiz olduğu konusunda sanırım hepimiz mutabıkız. Kapitalizmde büyüme de hiçbir zaman eşit değildir ama kriz yükünün paylaşımı çok daha eşitsizdir. Bunun nasıl dağıtılacağı sadece piyasa mekanizmasına ya da bir ‘standby’a sadık kalarak ortodoksi uygulayabilmek, AKP açısından son derece gergin bir yeni eşiğe taşınmak demektir. Çünkü biliyoruz ki dünyada da Türkiye’de de istikrar programlarını sürdüren siyasal hareketler uzun ömürlü olmamıştır.
'TÜRKİYE’NİN OKURYAZAR AYDIN, MUHALİF ÇEVRELERİ BU SÖYLEME KENDİNİ KAPTIRMAMALI'
Korkut Boratav: Fevkalade tehlikeli bir söyleme Türkiye’nin okuryazar aydın muhalif çevreleri kendini kaptırmamalı. “Uluslararası bir komplonun ürünü olan bir krizde yaşıyoruz” söylemi yanlıştır. Papaz meselesi, Rahip Brunson meselesi bu krizin tali bir unsurudur. Ufak bir katkı yapmıştır. Esas problem bir komplo değildir finans kapitalin doğasında olan bir şeydir. Kriz yaratır, coşku yaratır. Komplo söylemine kendini kaptıranlar faşizme destek vermektedir, bilerek veya bilmeyerek. Çünkü bu tür söylemler bir krizin alt yapıda sarsacağı insanları uyutmak için çok yararlıdır. Aynı gemideyiz, bir büyük komploya karşı milli dayanışma ve direnme yükümlülüğü altındayız, adeta yeni bir Kurtuluş Savaşı söylemi… Finans kapitalin köleliği varsa bu olay bir komplo değildir işin doğasıdır. Kendini teslim etmişsin.13 yıl boyunca şikâyet etmeden bütün kurallarını uygulamışsın. Dolayısıyla “krizi yaratan da sensin” algılaması önemlidir. Komplo söylemi, resmen Türkiye’nin antidemokratik uygulamalarını daha da sürdürmek, ezilen sınıfları ve katmanları tevekküle yönlendirmenin bir söylemi oluyor. Medyada da muhalif çevrelerde de kendilerini bu söyleme kaptıran kişilerin ve akımların olduğunu görüyorum. Parlamenter muhalefette de aynı eğilimin etkili olduğunu görüyorum ve uyarmak da bizim görevimiz diye düşünüyorum.
'EKONOMİK SAVAŞ SÖYLEMİ, YÜKÜ BÜYÜK HALK KESİMLERİNİN SIRTLANMALARINA ZEMİN HAZIRLAMAKTAN İBARETTİR'
Nilgün Erdem: “Sorun ekonomik mi? Yoksa siyasi nedenlerden mi kaynaklanıyor?” sorusu tam da Korkut Hoca’nın söylediği türden bir ikilem yaratılarak sanki Rahip Brunson üzerinden ortaya çıkmış bir kriz algısı oluşturulmaya çalışılıyor. Bu çok problemli. İktisat politikaları, modelleri, esasen temelde zaten siyasidir. İktisat ile siyasiyi birbirinden ayırmamız mümkün değil. İktisat politikası tercihleriniz, hangi toplumsal kesimin lehine kaynak aktaracaksınız, büyüme dinamiklerini nasıl belirleyeceksiniz ya da büyürken rantı nasıl paylaşacaksınız, kriz ortaya çıktığında da yükünü kimin sırtına bırakacaksınız tartışmasını belirler esas olarak. “Ekonomik savaş veriyoruz” üzerinden sürdürülen tartışma, finansal birikim sürecinin tüm nimetlerini seçim kazanarak yaşamış bir iktidarın bugün günah keçisi olarak Merkez Bankası’nı, faiz lobisini veya dış güçleri işaret ederek siyasi sorumluluktan uzaklaşmak ve toplumsal olarak da büyük halk kesimlerinin bu yanılgı içerisinde bu yükü sırtlanmalarına zemin hazırlamaktan ibarettir.
'İÇ TÜKETİME DAYALI İSTİKRARSIZ VE DALGALI BİR YAPI UYGULANDI'
Mühdan Sağlam: Nilgün Hocam, borçlanma uzmanlık alanınız. TL’nin değer kaybı karşısında borç cephesinde Türkiye’yi neler bekliyor?
Nilgün Erdem: Türkiye ekonomisi esas olarak 1980’le başlayan 1994, 1998 krizleri ile devam eden ve Kemal Derviş’in özellikle 2000-2001 krizi sonrasında hayata geçirdiği iktisat politikalarının kesintisiz uygulanması ile ağırlaşan ekonomik sorunların sonuçlarını yaşıyor bugün. Finans kapitalin tahakkümüne dayalı model aslında genel olarak kapitalist sistemdeki tıkanıklıkların borçlanmaya dayalı büyüme modellerinin tüm dünyada uygulamaya sokulması ile aşılmaya çalışıldı. Türkiye de bu modeli uygulayan ülkeler arasında yer aldı. Türkiye 1989’daki sermaye hareketlerini serbestleştirme sonrasında dışarıdan özellikle sıcak para girişi olmak üzere sermaye girişi olduğunda büyüyebilen; bu girişler azaldığında veya çıkışa döndüğünde daralan ve krize sürüklenen, dış kaynağa bağımlı bir ekonomiye dönüştü. Üstelik çok yüksek değerlere ulaşan yabancı sermaye girişleri, doğrudan üretken alanlara, eğitime, teknolojiye dönük gelecekteki büyümeyi destekleyecek kanallara yönelmedi tersine finans ve inşaat sektörlerine yansıdı ve ucuz kredi olanakları ile iç tüketime dayalı bir büyüme yapısı ortaya çıkardı.Bu istikrarsız ve dalgalanan bir büyüme yapısı demekti.
Mühdan Sağlam: Küresel gündemde de büyüme vurgusu dikkat çekiyor. Sizin söylediğiniz de büyümenin kendisini tüketime odaklanmış. Tek başına büyüme bir gösterge değil diyebilir miyiz bu durumda?
Nilgün Erdem: Artık değil. Büyüme bizim gibi politikalar uygulayan ülkelerde istihdam yaratan niteliğini neredeyse terk etmiş durumda. Hızlı büyüme dışarıdan bol kaynak girişine bağlı olarak aşırı ısınan ekonomi ile tüketimin canlanması ile kalıcı bir büyüme de olamıyor. Bu yapı nasıl bir şeyi tetikledi peki?
'AKP İKTİDARI BOYUNCA ÜLKEYE GİREN 600 MİLYAR DOLARLIK YABANCI SERMAYENİN 450 MİLYAR DOLARI, DIŞ BORÇ YARATAN SERMAYEDEN OLUŞTU'
Mühdan Sağlam: Bu yapı Türkiye ekonomisini diğer ekonomilerden ayrıştırdı mı?
Nilgün Erdem: Hem 2002-2007 döneminde hem 2008-2009 dönemi sonrasında, yani ABD’de başlayan kriz sonrasında, dünyada bollaşan likidite sonucu Türkiye’de büyük miktarlarda sermaye girişleri yaşandı. Bu girişlerin sonucunda TL’nin değerlenmesi, tüketim üzerinden ithalata dayalı, ithalatı pompalayan Korkut Hoca’nın da söylediği gibi, yüksek faiz ve ucuz döviz koşullarında cari açığı giderek büyüten bir yapı ortaya çıkardı. Sermaye hareketlerinin kontrollü olduğu dönemde cari açık, ekonominin iç dinamikleri tarafından belirlenen büyüme yapısı ve ithalat kontrolleri ile büyümenin gereksinimi olan ithal girdi tarafından belirlenebiliyordu ve belirli bir sınırda tutulabiliyordu. Dışarıdan gelen, bollaşan parayla bankalar ve krediler aracılığıyla tüketim ve talep desteklendi. Buna bir de Türk lirasının aşırı değerlenmesiyle ithalatın ucuzlaması eklendi ve cari açık ile sermaye girişleri arasındaki nedensellik ilişkisi, sermaye girişlerinin neden olduğu cari açıklara dönüştü. Dolayısıyla cari açığı büyüten esas neden, cari hesapla bağı kalmayan bu sermaye girişleri oldu. Bu yabancı sermaye girişlerinin büyük kısmı da borç yaratan sermaye girişleridir. AKP iktidarı boyunca 2003- 2018 arasında birikimli olarak ülkeye giren yaklaşık 600 milyar dolarlık astronomik büyüklükteki yabancı sermayenin 450 milyar doları dış borç yaratan sermayeden oluştu. Peki, kalanları nelerdir bunların? Kalan kısımsa hisse senetleri ve doğrudan yabancı yatırıma yönelenlerdir. Onları çıkardığımızda bu büyük birikimli rakam Türkiye’nin bugünkü dış borcuna da denk geliyor.
'KAMUNUN BORÇ YÜKÜ HAFİFLERKEN ÖZEL KESİMİN BORÇ YÜKÜ ARTTI'
Mühdan Sağlam:Dış borçta nasıl bir değişim oldu?
Nilgün Erdem: Öncesi dönemden önemli bir kırılma oldu. Önceden IMF politikaları ve istikrar programları kamunun kötü yönetimi ve kamu açıkları nedeniyle krizlerin ortaya çıktığı ve istikrar programlarının hayata geçirildiği süreçleri işaret ediyordu. Ancak son dönemde , seçim dönemlerinde istisnaları olsa da, artık kamu faiz dışı fazla hedefleri ile sınırlandırıldı. Sonuç olarak,kamunun borç yükü hafiflerken özel kesimin borç yükü şiddetle arttı. Önceden özel kesimin dış borç içerisindeki payı yüzde 30’lar civarındayken, şimdi dış borcun yüzde 70’i özel kesimin borcu haline dönüştü. Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın bu yılın ilk çeyrek verilerine göre dış borcumuz 466 milyar dolar. Bu rakamın 352 milyar doları özel kesimin borcu ve kısa vadeli borçların da yüzde 90’a yakını özel kesimin borcundan oluşmaktadır. Dolasıyla kur hareketleri, hem finansal kesim hem de reel kesime dönük çok önemli tehdit yaratıyor.
Mühdan Sağlam: Kur neden bu denli fırladı?
Nilgün Erdem: Az önce aktarılanlar çerçevesinde değerlendirirsek, bu süreçte, sermaye girişleri artık ülkenin istikrarsızlıkları nedeniyle en temelde makro ekonomik göstergeler açısından, cari açığın yükselmesi, milli gelire oranla borç yükünün artması, kısa vadeli borçların toplam borçlardaki payının yükselmesi, kısa vadeli borçların rezervlere oranı gibi pek çok göstergenin bozulması ile azalmakta veya çıkışa dönmektedir. Ekonomik göstergelerin bozulmasına ilave olarak, siyasal ve uluslararası ilişkilerdeki istikrarsızlıklar da eklenince uluslararası sermayenin kaçışı kaçınılmaz olmakta ve inanılmaz kur dalgalanmaları ortaya çıkmaktadır.
'AKP İKTİDARI YÜKSEK FAİZDEN, KENDİSİNİ DESTEKLEYEN SERMAYE SINIFINI OLUMSUZ ETKİLEYECEĞİ İÇİN UZAK DURMAK İSTİYOR'
Özlem Akarsu Çelik: Faiz konusu Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son yıllarda ısrarla üzerinde durduğu bir mesele. Her fırsatta düşük faiz uyarısı yapıyor.
Nilgün Erdem: Aslında finansal birikim modelinin arkasındaki düzenlemelerin en önemlilerinden biri Merkez Bankası’nın bağımsızlığı. Enflasyon hedeflemesiyle sınırlı tuttuğumuzda sıkı para politikası uygulamak demek bu aslında ve sonucu yüksek faiz. O zaman para politikasını istihdam yaratmaya, büyümeye dönük amaçlarla genişletici bir para politikasına dönüştürememesi demek. Bu aynı zamanda yüksek faiz sonucunu ortaya çıkarıyor. Peki bu birikim rejiminde yüksek faiz neden isteniyor? Uluslararası sermaye, finans kapital için kur faiz arbitrajı denilen gösterge temel belirleyici. Sıcak para özellikle yüksek faizin olduğu ekonomilere yöneliyor. Bu birikim modelindeki 2003-2007 ve sonrasındaki genişleme dönemlerinde AKP hükümeti bunun avantajlarından yararlandı ve buna itiraz etmedi. AKP hükümetinin 16 yıllık iktidarında bollaşan sermaye girişleri ve finansal piyasaların ve kuralların borçlanmaya dayalı bir birikim modelini destekleyecek şekilde düzenlenmesinin sonucunda inşaat sektörü büyümenin temel kaynağını oluşturmaya başladı. İnşaat sektöründeki hızlı gelişimi takip edersek bir başka nokta daha dikkatimizi çeker, AKP hükümetlerinin kendi sermaye sınıfını yaratırken bu sektörün önemi açığa çıkar, kamu ihaleleri ve rantlarıyla kendi sermaye çevresine kaynak aktaran yapısını düşünürsek kendisini var eden, kendisini destekleyen sermaye sınıfını olumsuz etkileyecek zarar etmesine neden olacak faiz politikalarından uzak durmak istiyor. Yüksek faiz, maliyetleri arttıracak, zaten sıkışmış olan konut satışlarını zorlayacak dolayısıyla inşaat sektörünü zor duruma sokacak. Sadece ekonomik nedenlerle değil belki İslami nedenlerle de bilmiyorum inanıyor mu faiz meselesine? Veya siyasi tabanına böyle aktarıyor.
'FAİZ BÜTÜN KÖTÜLÜKLERİN ANASI OLDU!'
Korkut Boratav: İktidarın ilk dört beş yılında Türkiye ortalama olarak diyelim hazine bonosuna dolarla para yatıran yabancı ve spekülatif sermayeye yılda ortalama yüzde 30 civarında dolar üzerinden arbitraj getirisi sağlamıştır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İslami inanç sisteminde bir değişiklik olduğunu sanmıyorum. 2003-2007’de yüksek faizin Türkiye’ye bol para sokmuş olması onu (Cumhurbaşkanını) rahatsız etmiyordu. O konjonktür bitti, şimdi dünya biraz daralmaya başladı. Amerika dış dünyaya taşırdığı Merkez Bankası fonlarını geri çekme sürecine başladı, ortam değişince faiz ekonomiyi canlandıran bir manivela olmaktan çıktı bütün kötülüklerin anası ve babası oldu.
'IMF İLE ANLAŞMA OLMASA DA ÖNÜMÜZDE AYDINLIK BİR TABLONUN OLUP OLMAYACAĞI BELİRSİZ'
Mühdan Sağlam: Borçlardan bahsettiniz ve kamu borcunun özel sektör borcunun yanında küçük kaldığını söylediniz. Gündeme sürekli gelen bir kavram hazine garantisi. Bu borcu da biz mi ödemek zorunda kalacağız. Ne demek hazine garantisi?
Nilgün Erdem: Geçmişteki kriz deneyimlerine baktığımızda Arjantin’in dış borçlarını reddetme adımları, Rusya’nın 1998’de attığı adımlar gibi istisnalar dışında ülkeler dış borç bulmak zorunda kaldıklarında IMF ile “standby” anlaşmasına gitmek zorunda kaldılar. Bu anlaşmaların kredi koşulları daha çok kamu borçlarıyla ilgiliydi. Özel kesim borçlanırken düşük maliyetlerle yüksek kâr elde ederken, maliyetine halkın katlanması, krizin yükünü işsiz kalarak ödemesi kabul edilebilir değil. İktidarların bunları düzeltecek güçlerinin olması gereklidir. Ancak son dönemde içinden geçilen bu süreçte bizi bu konuda iyimserliğe yönelten bir şey yok. IMF ile anlaşmanın olup olmayacağı belirsiz ama olmadığı durumda da önümüzde aydınlık ya da olumlu bir tablo olup olmayacağı belirsiz. Kamu ihalelerinde verilen garantiler ise, bir tür özel kesime rant/kaynak aktarma yöntemi olarak yine geniş halk kesimlerinin yoksullaşması pahasına olmaktadır.
'YAŞADIĞIMIZ KRİZ, SAF İKTİSADİ BİR KRİZ DEĞİLDİR'
Ahmet Haşim Köse: Bu krizi kim ödeyecek? Makro ekonomik perspektiften bakıldığında ulus devletin iki önemli kurumu var: Merkez Bankası ve kamu maliyesi. Ulus devletin siyasal iradesi, Merkez Bankası’nı iktisat politikası aracı olarak doğrudan büyümenin işlevsel bir kurumu haline getiremiyor. İktidar 15 Temmuz darbesinin ardından bir kurumu inşa etmeye çalıştı: Varlık Fonu. Varlık Fonu aslında neredeyse Türkiye’nin özellikle özel borç yüküne karşılık kamu ihtiyat akçesi gibi yapılandırılmaya çalışıldı. 1929 ekonomik krizini anımsayalım. Krize müdahalenin en büyük aracı merkez bankalarıydı. Amerikan Merkez Bankası bugünkü anlamı ile 1929 krizinin operasyonel bir aracı haline geldi. “Lastresort (son çare)” denen yani “son başvuru merci”, bizim öyle bir “lastresort” kurumumuz yok. Merkez Bankası bir son başvuru kurumu değil. Varlık Fonu gibi buna benzer oluşumlar ya da siyasal iktidarın bütün bütçeyi bir tür siyasal otoritenin bedenine dâhil etmesiyle aslında yeni bir son başvuru merci kuruluyor. Eğer yeni bir “lastresort” üzerinden borç yönetimine gireceklerse şunu söylemek lazım, bu bir mülkiyet kurumuna dönüştüğü için son derece siyasal kurum niteliğindedir. Yaşadığımız krizin saf iktisadi bir kriz olmadığı unutulmamalı.
'AKP BAŞINDAN İTİBAREN BİR KRİZ İKTİDARI OLARAK VAR OLDU'
Mühdan Sağlam: Neoliberal birikim rejimine kadar merkez bankalarının bağımsızlığı söz konusu değil. Türkiye’de belki dünyanın genelinde Merkez Bankası enflasyonu da gözetiyor. FED (ABD Merkez Bankası) enflasyonun yanında işsizliği de gözetiyor. Türkiye’deyse Merkez Bankası bu konuda alan kaybetmeye başlamış görünüyor.
Ahmet Haşim Köse: Bunun bir prototipi yok. Tüm kurumlar ve kurumların iktidarla bağları yaşayan toplumların siyasaları ile doğrudan bağlantılı. Bence bizdeki Merkez Bankası otonomisi neoliberalizmin örnek kurumlarından bir tanesi haline geldi. Korkut Hocamızın da dediği gibi iktidarlar 2002’de finans kapitale olan bağını ve bunun kurumsal düzenlemesini ki bu da, Merkez Bankası özerkliğidir, bağımsızlığıdır, bu kuralı terk etmedi. Sermaye hareketleri ile kurduğu bağ aslında birikim rejiminin ana bağını oluşturdu.
AKP bana kalırsa başından itibaren bir kriz iktidarı olarak Türkiye’de var oldu. AKP, 1990’ların merkez siyasal alan ortaklığının çöktüğü bir dönem içerisinde ortaya çıkan siyasal bir partidir. Elindeki ana repertuar da 2000’lerin neoliberal dizaynıdır. Bunu AKP yapmamıştır, önceki iktidarların hazırladığı Kemal Derviş’le tarif ettiğimiz bir programdır. O bir kriz programıdır. Bu anlamda AKP kriz iktidarıdır. AKP başından beri krizi devralmıştır. O krizin öncelikleri Türkiye’deki iktisadi alanın açılmasıydı. Bu sadece iktisat alanı ile sınırlı olan bir yeniden yapılanma değildir. Bu aslında bakıldığında hem Türkiye’de hem de dünyada neoliberalizmin kriz dönemidir.
'KRİZ İKTİDARI BUGÜN KENDİ KRİZİNİ YAŞIYOR VE TÜRKİYE’Yİ DE İKTİSADİ KRİZE SÜRÜKLÜYOR'
Ahmet Haşim Köse: Kriz döneminin ürünü olan siyasal parti bugün kendi siyasal ve toplumsal krizini yaşıyor. Bizatihi bir kriz iktidarı bugün kendi krizini yaşıyor. Aynı zamanda da Türkiye’yi de iktisadi krize sürüklüyor. Bugün bulunduğumuz eşikte olan her şey iktisadi olandan daha çok siyasaldır.
'İKTİDARIN HAFIZASI: BENİ İKTİDARA GETİREN 2001 KRİZİ OLDU'
Korkut Boratav: Türkiye’yi yönetenlerin ve Cumhurbaşkanının hafızasında şu bilgi elbette vardır: Beni iktidara getiren 2001 krizi oldu. Krizin en dip noktası 2002’dir, sosyal yansıması yine aynı yıldır. Ostim esnafı Başbakanlık Binası önünde yazar kasa fırlatmıştır. Kentli küçük üretimin nümayiş yapması istisnadır. O dönemde iktidar parlamentodan külliyen tasfiye edilmiştir. Parlamento tarihinde böyle bir şey yoktur. Üç partili iktidar parlamentoda sıfıra indirilmiştir. İki tane yeni parti girmiştir. Partilerden biri CHP, önceki krizin mimarı olan Kemal Derviş’i partisine almıştır ve “ben siyasi muhalefetimi sorumlu platformunda yapacağım” diyerek kriz yönetimini eleştirmekten uzak durmuştur. AKP bütün örgütlenmesinde, taban çalışmasında krizin sosyal sonuçlarını eleştirerek tek parti iktidarı olmuştur. Bu bellek, yeni kriz ortamı doğunca Cumhurbaşkanı ve akıl veren çevrelerini tarih tekerrür etmesin, bizi iktidardan devirecek bir krizin ön koşulları oldu algılamasına getirdi ve seçimi erkene aldılar. Şimdi yerel seçimler geliyor. Önemli mi değil mi? Mühim olan şu: Cumhurbaşkanlığı seçimini de aldıktan sonra büyük bir dönemeç atlatılmıştır. Kriz ortamının, 2001 ortamının tekerrür etmesini ertelemiş ya da ortadan kaldırmıştır.
'BERAT ALBAYRAK’IN AÇIKLAMASI HAZİN BİR GÖSTERİYDİ, BANA HÜZÜN VERDİ'
Özlem Akarsu Çelik: Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak, doların fırladığı gecenin ertesinde, “kara cuma” olarak anılan 10 Ağustos’ta “Yeni ekonomik model”i açıkladı ve o anlatırken Türk lirası dolar karşısında değer kaybetmeye devam etti. Korkut Hocam, o açıklamayı izlerken ne düşündünüz?
Korkut Boratav: Hazin bir gösteriydi, bana hüzün verdi. Daha fazla yorum yapmak istemiyorum.
'ÇİN ÇOK İHTİRASLI BİR PROGRAM İZLİYOR, TÜRKİYE DE BİR GÜZERGÂH'
Mühdan Sağlam: Türkiye yakın dönemde Çin’den borç aldı. Çin, Türkiye vatandaşlığını bile çok ucuza alacak dediler. Çin meselesi nedir? Türkiye ne yapmaya çalışıyor?
Nilgün Erdem: Çin, 1990’lar sonrasında, 2000’lerden itibaren Amerika krize girmeden önce artan cari fazlasıyla aslında hem Amerika’nın açıklarını finanse eden hem de Amerikan kâğıtlarını rezervlerinde tutan bir niteliğe büründü. Cari fazla vermek aslında dünya hegemonik yapısına baktığımızda iki türlü değerlendirilmesi ve dikkat edilmesi gereken bir nokta. Kimin cari fazla verdiği önemli. Hegemonik yapıya sahip güçlü bir ekonomiyseniz o zaman cari fazla verdiğinizde dünyanın kreditörü haline geliyorsunuz ve borç vererek dünya ekonomisinin şekillenmesine de uluslararası kurumlar üzerinden, kendi kurumlarınız üzerinden etki edebiliyorsunuz. Amerika dünyanın kreditörü olarak bunu uzun süre sürdürdü. Ama 2007-2008 krizine girilen sürece değin giderek cari açığını da büyüttü; ayrıca Bretton-Woods sisteminden miras kalan kendi parası dünya rezerv parası olduğu için ayrıcalıklı bir ülke olma konumuna sahiptir. Çin bir yandan cari fazlaları ile hem uluslararası düzeyde yaptığı doğrudan yatırımlarla hem de verdiği kredilerle bir tür bu rolün bazı unsurlarını devralıyor gibi görünüyor. Amerikan ekonomisiyle bağlantılarını, Amerikan pazarının Çin için önemini de dikkate alırsak oradaki dengeler çok daha dikkatli izlenmesi gereken bir noktaya evriliyor.
Korkut Boratav: Merkez bankalarının özerk olmadığı örneklerin tipik simgesi Çin’dir. Çin’in 3 bin 200 milyar dolar yani 3.2 trilyon dolar rezervi var Merkez Bankasında. Bu Çin Devletinin rezervidir. Çin Devleti rezervini istediği gibi kullanmaktadır. Önemli bir bölümü, sanıyorum 600-700 milyar dolarlık, Çin Yatırım Kurumu adlı bir kurumdadır ve Çin’in dış yatırımlarını yönetir. Asia Times adlı bir dergide Goldman (Asia Times yazarı David P. Goldman) adında biri geçenlerde “Çin, 1500 yıl sonra Türkleri satın alacak” diye bir yazı yazdı. Şöyle diyor yazısında: “Piyasadaki en iyi tahvilleri içeren İstanbul 30 endeksinin (BIST 30) tamamı, şu an sadece 176 milyar Türk Lirası, yani sadece 33 milyar dolar değerinde… Çin’in uluslararası net varlık pozisyonu açısından yuvarlama hatası olarak görülebilecek bir miktar ve Tayyip Erdoğan’ın kleptokrasisinin düşüşünün en muhtemel sonucu, Türkiye’nin, tamamına Çin’in sahip olduğu bir bağlı ortaklık haline gelmesi olacaktır.” Yani diyor ki, Çin istese Türkiye Cumhuriyeti şirketlerine sahip olmanın eşiğinde dolaşmaktadır. Çin’in böyle bir isteği yok. Türkiye şirketlerini niye alsın! Çin’in problemi şu: Çin çok ihtiraslı bir program uyguluyor. Kemer ve yol. Bu programın içinde Türkiye de bir güzergâh. Dolayısıyla Çin’den alınan krediler büyük ölçüde proje kredileridir. Bu krediler sonunda satın almaya dönüşür.
Kendisini sosyalist diye ilan ediyor, Çin’e özgü sosyalizm diye ama fevkalade gerçekçi bir reel mülk edinme programı uyguluyor. Mesela Yunanistan krizinde Pire Limanı’nı satın aldı. Çin’den geçen gün alınan 1-2 milyar dolarlık kredi büyük ihtimalle böyle bir proje kredisidir. Böyle bir proje kredisi Anadolu’dan Avrupa’ya geçiş güzergâhına ilişkin yatırımlarla ilişkili ama bunlar bizim derdimize deva olacak yatırımlar değil. Bizim derdimize deva olacak para birden bire Nilgün’ün de değindiği, kısa vadede döndürülmesi gereken dış finansman gereğini sağlayacak bir ilk fon akımı olmalı ki bir nefes alsın. Çin böyle bir para vermez. Çin’in vereceği para sonunda bizim limanları satın alır mı almaz mı bilinmez ama şunu söyleyeyim, Kanal İstanbul Projesine de metelik vermez!
'KATAR’DAN GELECEĞİ SÖYLEYEN 15 MİLYAR DOLARLIK DOĞRUDAN YATIRIM BU DERDE DEVA OLMAZ'
Özlem Akarsu Çelik: Katar Emiri el-Sani Türkiye’ye geldi ve Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüştü. Katar’ın Türkiye’ye 15 milyar dolar doğrudan yatırım yapacağı açıklandı. Bu para derdimize deva olur mu?
Korkut Boratav: Doğrudan yatırım demek, bu derde deva olacak fon değildir. 15 milyarı getirse, al istediğin gibi kullan dese ufak bir nefes alırız, ufak… Vadesi gelen birkaç borcun finansmanına karşılık gelir, Merkez Bankası rezervlerindeki erimeyi bir parça frenler. O kadar! Doğrudan yatırım demek, bir yere sabit yatırım yapacaksın. Gayrimenkul olabilir. Şunu bilmiyoruz, bu Hükümetin sicili bu tür anlaşmalarla doludur. Zaten 7-8 milyar dolar kayıt dışı para girmiştir bu senenin ilk 8-10 ayında. Bu doğrudan yatırım olduğu için kayıt içi girecektir ama bilmiyoruz,belki de çok çekici bir büyük arazi bloku, buyur al burası senin olsun diye davet edilmiştir. Doğrudan yatırım pat diye olacak iş değildir. Hazır mala konarsın yani bankalarını satarsın, alt yapını satarsın. Telekom’da olduğu gibi önce satar, sonra batar, üstlenmeye kalkarsın. Önce sattı sonra örtülü Hazine garantisiyle bankaları da mobilize etti, şimdi de bankalar taksitlerini alamıyorlar, yeniden satın almanın sınırına geldi. Doğrudan yatırımlar böyledir. Bunlar büyük operasyondur. Malı parti parti alır. Ortadoğu’nun şeyhlikleriyle, Körfez çevresiyle yapılan her işlemin benim kafamda bir soru işareti yaratması da kuraldır. Bunu da söyleyeyim.
'NEOLİBERALİZM BİR TASFİYE REJİMİDİR VE DEMOKRATİK DEĞİLDİR'
Mühdan Sağlam: Türkiye’yi, Rusya’yı, Çin’i bir araya getiren bir başka faktör daha var. Neoliberalizmin siyasi rejimleri… Otoriter eğilimleri olan yönetimlerin ön plana çıkması ve bunların sistemde belirgin hale gelmeleri bazı çevrelerde, “Nasıl yani! Kapitalizm demokrasiyle birlikte gitmiyor muydu?” gibi en temel yanlış okumayı su yüzüne çıkardı. Ne dersiniz bu konuda?
Ahmet Haşim Köse: Neoliberalizm, hatırlarsak başlangıç eşiğini, aslında bir tasfiye rejimidir ve hiç de demokratik değildir. 1980’lere inersek hem Türkiye’de hem de dünyada hatta Latin Amerika’daki deneyimleriyle EllenWood’u hatırlayalım, “kapitalizm demokrasiye karşı ama neoliberalizm zaten onun eseri”ydi. Antidemokratik bir yeniden yapılanma süreciydi. Hocamız (Korkut Boratav) bunun çok iyi bir tarifini ortaya koymuştu, o aynı zamanda “sermayenin küresel rövanşı”ydı. Geride bıraktığı tarih yine bir yekpare tarih değil. Mutlaka alt ayarları, dönüşümleri var, hem küresel ölçekte hem neoliberal mimarinin yaşandığı bizim gibi ülkelerin kendi içindeki dengelerle şekillenen.
1980 sonrası çevredeki neoliberal repertuara baktığımızda tamamen emekçi sınıflar üzerindeki baskı dönemiydi. Sendikaların tasfiyesi, ilk büyük yapısal uyum programları, 1980 öncesi borç krizi diye anlatılan o dönemin pamuk krizlerinin Latin halklarına, bizde Türkiye halkına bir tür tek tip reçeteyle dayatılması… Neoliberalizmin bir tür demokrasiyle oynaşması, 1990’lı yıllarda finansın verdiği bir özellikle çevre ekonomilerdeki bir rahatlama, büyüme… Ama uzun vadeli değildi. 1990’lar, kesikli bir haklar sistemi gibi yayıldı ama özü itibariyle hiçbir zaman demokratik değildi.
'NEOLİBERALİZMİN KRİZİ DÜNYADAKİ OTORİTERLEŞMEDİR'
Ahmet Haşim Köse: Üç aşamadan söz edebiliriz: Dışa açılma programı, uluslararası sermaye hareketlerinin serbestleşmesi 1990’larda ve 2000’lerde Post Washington Mutabakatıyla bir mülkiyet serbestleşmesi yaşandı dünyada. İran’ın Türkiye’den konut alışları geçen gün gazetelerin gündemindeydi. Konut piyasasını sürükleyen bir dış talep gibi anlatılıyor ama bir mülkiyet açılımı var dünyanın her yerinde 2000 sonrasında. Bu aynı zamanda neoliberalizmin en siyasal ve en otoriter dönemidir. Bugün neoliberalizmin krizi diye söz edeceksek o, dünyadaki otoriterleşmedir. Daha antidemokratiktir artık.
'BU KRİZ AYNI ZAMANDA KAPİTALİZMİN GENEL KRİZİDİR, HEGEMONYA KRİZİDİR'
Ahmet Haşim Köse: Bu kriz aynı zamanda kapitalizmin genel krizidir, hegemonya krizidir artık. O nedenle dünya ölçeğinde sermayenin genel çıkarı üzerine bir program sürdürebilmek de çok kolay değildir. Burada bir rekabet baskısı vardır, rekabetin yarattığı ulusallaşma baskısı vardır. 19’uncu yüzyıl sonundan çok farklı olsa da bunun bir emperyal kriz olduğunu unutmamak lazım. Otoriterleşme de böyle süreçlerde bazen kendini doğal gösterir.
Genel krizin içinde etrafta benzer siyasal yoğunlaşmış bedenler, bizdeki gibi antidemokratik oluşumlar var. Neoliberalizmin doğası antidemokratiktir; bugün son derece baskıcıdır, daha faşizandır, daha otoriterdir. Türkiye de bunun örneklerinden bir tanesidir ama dünya aurası da böyledir. Bu, kapitalizmin genel krizinin bir eşiği. Bu salınım nereye, nasıl gidecek, nerede sonuçlanacak, tek başına Türkiye’de biter mi? Bu sadece bizim öykümüz mü? Bizim de ötemizde bir durum olduğunu hatırlamak gerekir. Dünya halklarının bir dayanışma dönemi olacak. Zor bir eşikte olduğumuz çok açık. Bunu uluslararası kuruluşlar da konuşuyor, bunun nasıl sürdürüleceği bir muamma. Bu kriz denen, finans kapital denen şeyin aynı zamanda sermayenin doğasına ilişkin bir aşırı birikim krizi olduğunu, küresel düzeyde böyle bir baskının yaşandığını, genel anlamda bir değersizleşme krizinin olduğunu artık bu aşırı sermayenin dünyadaki her alana, mülkiyet alanına, başka haklar alanına saldırdığını, buna ev sahipliği yapan, hoş geldin partisi düzenleyen bizim gibi ülkelerin istisna dönemleri dışında 2007’ye 2008’e kadar uzanan dönemi dışında şimdi aslında bir uyumsuzluk dönemine doğru girdiğimizi hatırlamak lazım.
'OTORİTER REJİMLER, FİNANS KAPİTALİN KAYIPLARINI EMEKÇİ SINIFLARA YÜKLEMESİNİ MÜMKÜN KILACAK ARAÇLARA DÖNÜŞÜYOR'
Nilgün Erdem: Krizin derinleşmesi ve ortaya çıkan bu ağır yükün özellikle emekçi sınıflara ödetilmesi, yüklenmesi, sermaye sınıfları tarafından özellikle finans kapitalin kendi kayıplarını minimize edecek kazançlarını garanti altına alacak düzenlemeleri yaparken otoriter rejimler bunları mümkün kılacak araçlara dönüşüyor. Bu yüzden aslında neoliberal ya da finans kapitalin liberal tahakküm rejimi dediğimiz rejim için demokrasi artık bir öncelik olmaktan çıkıyor. Daha önceki genişleme ve büyüme dönemlerinde kullanılan bir araç olmaktan çıkıp tam tersine baskılanan ücretlerin daha da baskılanabilmesi, emek piyasaları üzerindeki esnekliğin arttırtabilmesi için belki mali kuralların, sadece Merkez Bankası’nın bağımsızlığıyla,yani para politikasını finans kapitali güvence altına alacak şekilde düzenleyerek değil, aynı zamanda Ahmet Hoca’nın belirttiği bütçe kanalının devletin hazinesinin maliye politikalarının da benzer bir kısıtlamayla yine finans kapitalin kayıplarını minimize edecek şekilde düzenleyecek mali kuralların dayatılması için de otoriter ve faşizan rejimlere ihtiyaç duyuluyor.Otoriter rejimler, neoliberal birikim rejimini, finans kapitalin hakimiyetini sürekli kılmanın yeni bir aracına dönüşüyor. Biz şu anda kendi ülkemiz özelinde başka türlü bir çatışmayı siyaseten görüyoruz ama genel olarak baktığımızda da aslında hem dış dünyayla ekonomik ilişkilerde hem Avrupa Birliği ülkelerinin bazı dönemlerde Türkiye’deki demokrasi ihlallerine yaklaşımlarında niye bu kadar çekinik kaldıklarını anlamak için bunları hatırlamak gerekir sanırım.
'AKP BİZE İKİLİ BİR TOPLUM ARMAĞAN ETTİ'
Mühdan Sağlam: Belli bir dönemde demokrasi, neoliberal tahakküm rejiminde işlevsel bir araçtı. Rıza ayağını oluştururdu. Şimdi ise en azından toplumsal ayağında karşımıza çıkan yasaklar, işten atmalar, protestoların ortadan kaldırılması… “Zor” dönemine geçtik değil mi? Toplumsal ayağında zoru görüyoruz artık.
Ahmet Haşim Köse: Bütün baskıcı rejimlerin de bir tabanı vardır ama aynı zamanda adı üstünde o tabanın rızası “rıza” gibi gözükse de aynı zamanda bir baskıdır. Sorun o, bunu nasıl sürdürecekler, buradan nasıl bir onay çıkacak, Türkiye halkı gerçekten büyük bir erozyon mu yaşadı, bir refleks gösterecek mi? Şunu çok iyi biliyoruz, AKP bize ikili bir toplum armağan etti. Seçim sonuçları gibi elimizde iki toplum var. Üstelik bu ikili toplumun yapıları da hiç homojen değil. Her iki blokta da son derece heterojen ilişkiler ve yapılar duruyor.
'TÜRKİYE KAPİTALİZMİ, AKP DÖNEMİNDE MÜTHİŞ BİR EMEKÇİ SINIF ORTAYA ÇIKARDI'
Ahmet Haşim Köse: Politik toplum diye anlattığımız, bir burjuva kavramıdır. Aynı zamanda bir rasyonaliteye karşılık gelir. Orada çıkar çatışmaları önemlidir, örgütlü toplum önemlidir, bilinç çok önemlidir, işçi sınıfının ya da sermayenin kendi adına var olabilmesi, onun için örgütlenebilme pratikleri, bir hafıza taşıyabilmesi, oradan siyasal tercih ve sınırlarını belirleyebilmesi önemlidir. Türkiye’nin bir tarafına bakıyorsunuz bu politik toplumun eski esintisi duruyor ama üzerinde çok büyük baskı var. Öbür yumaktaki ikinci yarı, başka bir ilişkiler sistemi içerisinde ve başka bir rasyonalite içerisinde yaşıyor. O daha tabi, bir tarafıyla daha fırsatçı, çok çabuk biçim ve yapı değiştiriyor. Böyle bir toplum içerisinden bir bütün refleksi örgütleyebilmek, buradan bir siyasal mücadele örgütleyebilmek çok zor. Ancak unutmayalım kapitalizmin ana ekseni de sürekli derinleşiyor. O ana eksen de şu: karşımızda yığınlar haline gelen bir emekçi sınıf toplumu ortaya çıkmaya başlıyor. Buradaki uzlaşma, çıkar, yoksulların ve işçileşen insan toplumunun nasıl bu sistem içerisinde yer alacağı ve sistemin yeni siyasasıyla nasıl beraber olacağı, belki gelecek dönemin siyasal toplumunun içeriğini belirleyecek. En önemli fay hatlarından bir tanesi bu hâlâ. Türkiye kapitalizmi AKP döneminde müthiş bir emekçi sınıfı ortaya çıkardı. Politik toplumun reflekslerine sahip bir sınıf oluşumundan söz etmiyorum. Nesnel bir sınıfın büyüdüğünü ve yeni dönemin uzlaşamama kriterlerinden bir tanesinin bu olacağını biliyoruz.
‘BU BORCU NASIL BİRİKTİRDİK' SORUSUNU BIRAKIP 'BU BORCU NASIL ÖDEYECEĞİZ'İ DERT EDİNCE ORADA YAKINLAŞMALAR ORTAYA ÇIKIYOR’
Özlem Akarsu Çelik: Bu tespitleriniz, “Doların artışı ve benzine gelen zam beni etkilemiyor çünkü ben hep 50 liralık benzin alıyorum” söylemini aklıma getirdi. Emekçi sınıf böyle genişlediyse tünelin ucunda ışık olabilir mi?
Korkut Boratav: Bugün 6.75 olmuş. Pompaya yansımış galiba (gülümseyerek).
Ahmet Haşim Köse: Bu liberal programın başı sonu, dünyada da Türkiye’de de TINA (TINA, İngiltere’nin eski Başbakanı Margaret Thatcher’in There Is No Alternative yani “alternatif yok” sloganının kısaltmasıdır ile başladı). Şu çok önemli, kapitalizm ve onun neoliberal raundu bu iktisat programını hep böyle kısa döneme sıkıştırdı. Kısa dönemde iktisatçılara hep fazlasıyla gerçekçi olma zorunlulukları getirdi. Mesela borcu nasıl yöneteceğiz? Bu çok önemli bir soru ama sorun burada da bitmiyor. “Bu borcu nasıl biriktirdik?” denen ilişkisellikten koparılıp şimdi bunu nasıl yöneteceğiz diye mevcut durumun anatomisiyle sınırlarsak orada çok yakınlaşmalar ortaya çıkmaya başlıyor. Siyasi partilerin repertuarlarının yakınlaşmasından bahsetmiştik. Şimdi ne yapacağız sorusunun kısa dönemde ehemmiyeti vardır ama geçmişten kopartılarak önümüze zorunlu bir istikrar sorunu gibi getirilirse orada işte neoliberalizmin tek siyasa dediği oydaşma ortaya çıkmaya başlıyor. Sosyal demokrat da bildiğiniz liberal gibi oluyor.
Özlem Akarsu Çelik: Son günlerde CHP’den yapılan açıklamalar akla “yeni bir Yenikapı uzlaşması mı?” sorusunu getiriyor…
Ahmet Haşim Köse: Tabii öyle bir şey çıkıyor ortaya. Kısa dönemi yönetmek çok önemlidir ama uzun dönemi kurgulamadan kısa dönemden bana ne!
'BİZİM ŞU ANDAKİ GÖREVİMİZ TESPİT ETMEK VE ELEŞTİRMEKTİR'
Korkut Boratav: Geçen gün gazetelerde bir haber vardı. Bankaların şirketlerden alacaklarına ilişkin yeniden yapılandırma yönetmeliği değişmiş. Bu değişen yönetmeliğe göre bankalar alacaklarını devretme, uzatma falan dışında her türlü alacağı indirebilecek veya vazgeçebilecek. Politika seçeneklerini tartışırken bizim gibi solda yer alan insanların karşılaştığı bir güçlük olarak örnek veriyorum. Bankalar Yasasında bankaların yanlış, havadan borç silme operasyonlarına karşı müeyyideler var. Bu müeyyideleri askıya alan bir uygulama. Şimdi buyurun, şöyle bir soruyla karşı karşıyayız. Doğru mu, yanlış mı? Diyeceksiniz ki, yanlış. Niye yanlış? Efendim borç alan-veren, riskini almıştır, ceremesini çeker! İyi ama şirket kapanacak, işsizler ne olacak? Bana göre bizim sorunumuz şu olmalı: Bugünkü iktidar yapısında bu tür bir düzenlemenin yaratacağı soruları algılayalım. Bu aflarda birileri kayırılacak mı, kayırılmayacak mı, kim kurtulacak, kim kurtulmayacak? Bizim böyle bir tartışmanın içine girmememiz lazım. Sorunluya işaret etmemiz lazım. Niçin bu şirketler batma sınırına geldiler ve böyle bir yönetmelik gerekti? Bu tartışmaya başladığımız anda bugünkü iktidarın getireceği her uygulamanın doğrusunu yanlışını ayırt edip destekleyelim, desteklemeyelim gibi açmazla karşı karşıya kalırız. Bizim açımızdan bugünkü gündem işin kökenine bakıp eleştirmektir. İşin kökenine bakıp sorumluları yani Türkiye’yi yönetenleri ve Türkiye’nin egemen sınıfını, burjuvaziyi eleştirmektir. Bu krize sadece yöneten yol açmadı, bu avantadan faydalanan, nemalanan, kapkaç yapan sermaye sınıfları da yol açtı. Bizim şu andaki görevimiz, tespit etmek ve eleştirmektir.
YARIN: Doç. Dr. Fikret Başkaya, OHAL KHK’sıyla üniversitedeki görevlerinden ihraç edilen akademisyenler Özlem Albayrak ve Ali Rıza Güngen ile hasar tespiti, krizden çıkış önerileri...