Türkiye 21 yıl sonra bir kere daha ekonomik krizle karşı karşıya kalmış durumda. Geçtiğimiz hafta TÜİK yıllık enflasyon oranını yüzde 73.50 olarak açıkladı, şubat ayından beri açıklanan enflasyon rakamları son yirmi yılın en yüksek oranlarında seyrediyor. Türk lirasının döviz karşısında erimesi, fiyatların neredeyse günlük olarak belirlenmesi ekonominin kırılganlığının göstergesi. Makroekonomik göstergeler bir soyutlama gibi görülse de krizin emareleri gündelik hayata ve toplumun tüm kesimlerine daha önce görülmemiş bir boyutta yansıyor. Ortaokul öğrencileri döviz kurunu, fiyatları takip eder oldu. Markete giden, pazara giden herkes ekonominin kırılganlığını kendi bütçesinde görüyor. Türk Lirası’ndan altı sıfır atıldıktan tam 17 yıl sonra yeni bir enflasyon dalgasıyla rakam algımız bir kere daha allak bullak olmuş durumda. Daha da kötüsü hükümetin kriz durumuyla yüzleşmemesi, fiyat yönlü müdahaleler, Kur Korumalı Mevduat Hesabı ile astarı yüzünden pahalıya gelen faiz inadı, yanlış kamu harcamaları ve üretim ekonomisini destekleyecek adımların atılmaması krizin yakın zamanda sona ermeyeceğini, toparlanmanın ancak uzun vadeli ve istikrarlı politikalarla mümkün olacağını düşündürüyor.
Her krizde kaybedenler kadar kazananlar da olur. Türkiye’nin içinde bulunduğu krizde de az sayıda kazanana karşı çok sayıda kaybeden var. Az sayıda kazanan hali hazırda sermaye birikimi bulunan, tasarrufları bulunan, varlıklarını farklı finansal araçlara dağıtmış küçük bir azınlık krizin etkilerini bertaraf edebiliyor. Diğer yandan dövizle çalışan ve yurtdışına ihracat yapan firmalar da kısmen de olsa konumlarını koruma şansına sahip, ancak dünyadaki enflasyonist eğilimler, tedarik zincirindeki bozulma ve talep dalgalanması bu kesimi tehdit etmeye devam ediyor. Kaçınılmaz olarak krizin asıl kaybedenleri kamu sektörü ve özel sektördeki tüm sabit gelirliler, asgari ücret düzeyinde çalışanlar, emekliler oluyor. Ekonomik göstergeler her ay daha kötüye giderken yılda iki defa yapılan zam, bu kesimlerin yaşam standardındaki gerilemeyi dengelemeye yetmiyor. Bunun dışında düzensiz, güvencesiz ve kayıt dışı çalışan kesimlerin yoksulluktan kaçmak gibi bir şansı yok. Üstelik bu en alttaki kesimin aynı zamanda ayrımcılık ve sosyal dışlanmaya maruz kalan sosyal gruplar olduğu dikkate alındığında gerçek bir hayatta kalma mücadelesi gözlemleniyor.
Bu tablo bir bütün olarak Türkiye’de eşitsizliğin ne kadar derinleştiğini göstermiyor. Durumu daha iyi anlamak için eşitsizliğin farklı boyutlarına bakmak gerekir. Ekonomik eşitsizlik içinde gelir eşitsizliği servet eşitsizliğinden ayrılır; gelir eşitsizliği üretilen gelirin dağılımındaki dengesizliği ifade ederken, servet eşitsizliği bireylerin sahip oldukları varlıklar, tasarrufları ve ailelerinden edindikleri varlıkları kapsar. Gelir eşitsizliği ekonomik eşitsizliğin bugünkü seyrini, servet eşitsizliği ise tarihsel birikimini gösterir. Bu durumu bir de uluslararası boyutuyla, yani ülkeler arasındaki eşitsizlikle bir arada düşündüğümüz zaman, az gelişmiş ülke ekonomilerinde eşitsizliğe maruz kalan “kaybedenlerin” evrensel, insanca yaşam standartlarını yakalamaktan ne kadar uzak oldukları daha iyi anlaşılır. Türkiye gibi dışa bağımlılıktan bir türlü kurtulamayan ve periyodik olarak ekonomik krizle karşı karşıya kalan bir ülkede var olan ekonomik uçurumu aşmak ve daha eşitlikçi bir politika, daha hakkaniyetli bir bölüşümü örgütlemek devrimci bir motivasyon, doğru adımları kararlılıkla, hamasete kapılmadan, toplumsal faydayı gözeterek atacak bir politik vizyon gerektiriyor. Toplumdaki bu beklenti de önümüzdeki seçimleri daha önemli kılıyor.
Eşitsizliği yalnızca ekonomik boyutuyla düşünmek bütüncül bir değerlendirme yapmaya imkân tanımaz, bu nedenle sosyal eşitsizlikten, varlığın adaletsiz dağılımının gelecek nesilleri nasıl etkilediğinden de söz etmek gerek. Birleşik Kamu İş Konfederasyonu Açlık Yoksulluk Araştırması’na göre mayıs ayında açlık sınırı 6.465 TL, yoksulluk sınırı ise 19.406 TL oldu. Ama asıl gösterge Türkiye’de kaç kişinin bu sınırlarda yaşadığı: Tüketici Hakları Derneği’nin değerlendirmelerine göre tüketicilerin yüzde 49,6’sı açlık sınırının altında, yüzde 45,2’si ise yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Ekonomik kriz zamanında veya genel olarak haneler yoksullaştıkça ilk vazgeçtikleri harcama kalemleri eğitim ve sağlık olur, çünkü geri kalanlar barınma, beslenme gibi temel ihtiyaçlardır. Hanelerin eğitim harcamalarından vazgeçmesi gençlerin fırsat eşitsizliğine maruz kalmasına, evrensel gelişmeleri karşılayacak temel becerileri edinememesine, işgücü piyasasında onları yoksulluktan çıkaracak vasıfları inşa edememesine yol açar. Bu durum yoksulluğun kuşaktan kuşağa aktarılmasına, kemikleşmesine neden olur. Benzer bir biçimde hanelerin sağlık ve bakım ihtiyaçlarını karşılayamaması ülkedeki yaşam standardının gerilediğini, insan yaşamının değersizleştiğini gösterir.
Az sayıda kazanana karşı çok sayıda kaybeden... Kitlesel bir yoksullaşma durumu yaşandığında devreye sokulacak politikaların da bu kesimleri hedef alması gerekir. Kısa vadede yapılması gereken toplumun en kırılgan kesimlerini dirençli kılacak desteklerin ve sosyal güvenlik ağlarının hayata geçirilmesi. Bu da emekliler, asgari ücretliler, düzensiz, parça başı, mevsimlik çalışanların gelir güvencelerinin ve temel hizmetlere ulaşımının sağlanması anlamına gelir. Bunun yanı sıra, daha önceki kriz dönemlerinde olduğu gibi bu dönemde de kayıtdışı istihdamın arttığını ve bunun başka tür bir eşitsizliğe ve güvencesizliğe yol açtığını görüyoruz. Bu kesime yönelik kayıt içine alma, formelleştirme politikaları hem temel hizmetlere ulaşımlarını sağlar hem de ayrımcılık ve sosyal dışlamaya maruz kalma durumlarını azaltır. Dolayısıyla krizde en acil kurtarılacak olanlar, en zayıf kesimler ve onların yapısal bir dışlamayla karşı karşıya kalacak çocukları, gençleridir. Böylece açlık, yoksulluk ve sosyal dışlanma, kuşaktan kuşağa aktarılan bir miras olmaktan çıkar. Bu müdahaleler için gerekli olan kaynak kamu harcamalarının yeniden düzenlenmesiyle ve vergi sisteminde yapılacak basit değişikliklerle sağlanabilir. Bu ülkede hala kazananlar olduğuna göre, bölüşülecek bir varlık da var demektir.
Orta vadede yapılması gereken ise üretici faaliyetleri destekleyecek ekonomi politikalarının planlanması ve uygulanmasıdır. Bu durum devletin düzenleyici faaliyetlerinin, teşvik ve tahsislerinin, kamu ihalelerinin ve kamu alımlarının tamamen üretici faaliyetlere, toplumsal ihtiyaçları karşılayacak sektörlere odaklanmasıdır. En temel ihtiyaç olan gıda için dahi dışa bağımlı ve küresel koşullardan en fazla etkilenen ülkelerden biri olarak tarım üretiminde acil politikaya ihtiyaç var. İstanbul Planlama Ajansı’nın bu ay yayınladığı Gıda Fiyatları Krizi raporuna göre küresel gıda fiyatları son 30 yılın en yüksek seviyesine ulaşırken, Türkiye doğrudan etkileneceği bu gıda krizine karşı etkin bir planlama ve politika yapımından yoksun. Beyaz adam en sonunda parayı yiyemeyeceğini anlarken, biz de duble yolları, köprüleri, TOKİ sitelerini yiyemeyeceğimizi anlamalıyız. Yoksulluğun ötesinde açlıktan söz edilen bir eşitsizlik ortamında hala enerji, savunma ve inşaat sektörleriyle ekonomiyi yürütmeye çalışmak toplumun ne yaşadığını görmezden gelmek demek.
Uzun vadede ise, Türkiye’nin dışa bağımlı, kendi kendine bir türlü yetmeyen ve sürekli belli bir klik için nemalanma imkânı yaratan yapısını dönüştürmesi gerek. Dengeli bir ekonomi, güçlü bir politik ekonomi çerçevesiyle mümkün. Acemoğlu ve Robinson’un sıklıkla vurguladığı kapsayıcı kurumlar inşa etmek, mülkiyet haklarını garanti altına almak, seçkinleri değil ama tüm kesimleri piyasaya ulaşabilir kılmak, güç tekeline karşı özerklik, fren ve denge mekanizmaları ile güven sağlamak Türkiye’nin durumu için gerekli fakat yeterli olmayan bir yaklaşım. Burada küresel eşitsizlik çalışmalarının önde gelen isimlerinden Branko Milanovic’in eğitim, vergi ve teknoloji alanındaki politika yapımına dair söyledikleri de dikkate alınmalı. Eğitime yapılan yatırım gelecek nesillerin eşitsizlikten kurtulması ve ülkenin ekonomik ve insani yönden kalkınması için önem taşıyor. Artan oranlı vergi sistemi, refah vergisi ya da lüks tüketimden alınacak vergiler yalnızca devletin kaynak elde etmesini sağlamaz, ama tüketim odaklı bir ekonomik davranıştan kaçındıracak bir zihinsel dönüşümün de kıvılcımı olabilir. Bilim, teknoloji ve dijitalleşme alanındaki gelişmeler geleceğin dünyasına yön verecek. Ancak sınıflar arası ve uluslararası eşitsizliğin önemli bir sonucu da dijital uçurum olarak adlandırılan, belli kesimlerin dijital dönüşümün dışına itilmesi durumu. Dijital uçurumu aşmak, yeni nesillerin bilimsel bilgiyi kullanması, temel dijital becerilerle donanması, yüksek katma değer yaratan nitelikli işgücünün üretici faaliyetlere dahil olması ile gerçekleşebilir. Akılcı, sağduyulu ve toplumcu bir yaklaşımla bunların hepsini hayata geçirmek mümkün; yeter ki siyasi otorite bu vasıflara sahip olsun, bu hedefleri siyasi varlığının önünde tutsun.