Türkiye, içinde sürüklendiği ve ne kadar süreceği belirsiz, çok
ciddi bir kriz atmosferinde. Çok boyutlu, sarsıcı ve ağır sonuçları
olacak tehlikelerin belirginleştiği, yenilerinin ortaya çıktığı
günleri yaşıyoruz. Bu durumun yarattığı kaygılar ve tepkiler de
durumun belirsizliğine koşut biçimde son derece dengesiz. Krizin
yaşanma alanı dolayısıyla kaygıların başında ekonomik meseleler
geliyor. Hepimizin aynı gemide olup olmadığı tartışması da büyük
ölçüde herkesi kuşatacak ekonomik sonuçlarla ilişkilendiriliyor.
Fakat bu acil ve sert gündemin biraz gerisinde olgunlaşmaya
başlayan çok önemli başka bir meseleyi görmeyi ertelememek gerek:
İktidarın krizle ilişkilenme ve toplumu ilişkilendirme biçiminin
işaret ettiği totaliter eğilimler. Çünkü, kriz vesilesiyle bu
eğilimin yerleşikleşme imkanları, anayasa değişikliği ve seçim
sonuçlarının yarattığı koşulların yarattığından daha fazla, tabanı
da daha geniş.
İktidar ve özellikle de Erdoğan, ilk şok geçer geçmez, daha
öncekilerde olduğu gibi bir kriz karşılama stratejisini devreye
soktu: Yaşananlarla ilgili sorumsuzluk ilanı, saldırı altında olma
argümanı ve kendi etrafında kenetlenmeyenlere dönük peşin
suçlamalar. Yıllardır seçimler kazandıran bu basit strateji, tıpkı
seçimler gibi “geçilecek” bir eşik olarak görülüp, ertelenen ve
fırsata çevrilen krizler karşısında da işliyor. İşin tuhaf tarafı,
bu stratejinin seçimlerde nasıl olup da her sefer işlediğine
şaşırmaya doyamayanların büyük çoğunluğunun, krizlerde aynı
stratejinin parçası haline gelmekte bir sakınca görmüyor olması.
“Bu kadar şey oluyor hâlâ nasıl oy veriyorlar” cümlesini kolayca
kuranlar, bizzat iktidarın parçası olduğu krizlerde “birlik olmak
lazım” diyerek işaret edilen sıraya girmekte tereddüt
göstermiyorlar. “Gerisi teferruat” sınırı her krizde iktidar lehine
genişliyor, destek gönüllüleri artıyor.
KRİZDEN VAZİFE ÇIKARTMAK
Kapsamı ve sonuçları açısından çok boyutlu ve derin bir krizde
-belki de böyle olmasından dolayı- strateji Erdoğan’ı bile
şaşırtacak kadar kolay işledi. En azından kolay işlemesini
durduracak hiçbir şey olmadı. Sorunları çözme yeterliliği
tartışmalı birinin karşısında patronlar sıraya girdi, yetmedi söz
söyleme mecburiyetine katıldı. Muhalefet partileri, ABD başkanın
tweet atmasından incinen milli gurur ile, bir tweetle oluşabilen
krizin alt yapısından bahsetmek yerine destek açıklamaları yaptı.
Kalabalıklar da, belki talimata uyup dolarlarıyla bankalara koşmasa
da, endişelerini içlerine, suçu da “Reisin” gösterdiklerine atmayı
tercih etti. Pozitif bir hikâye kurarak ya da büyük bir baskı
oluşturarak üretemediği rızayı Allah’ın lütfu yeni bir krizle
önünde bulan Erdoğan da vites büyüttü. Albayrak “ekonomik yapısal
reform” talepleriyle dalga geçerken, Erdoğan başka yapısal adımlar
atmaya başladı.
Bu yaklaşımın en belirgin ifadesi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın
Beştepe’deki Büyükelçiler Konferansı’nda söylediği "Herkes tam bir
koordinasyon içinde büyük ve güçlü Türkiye ideali için çalışmak,
üretmek ve mücadele etmek zorundadır" sözleri. Çünkü totaliter
tahakküm eğilimleri, ait olmanın (hatta var olmanın) koşulu olan ve
dışında kalınamayacak bir görevi bütün topluma dayatır. Görev
belirtir, görevin sınırlarını tarif eder, uymayanları cezalandırır.
Erdoğan’ın cümlesini takip ettiğimizde seçilen kelimelerin hiç de
rastlantısal olmadığını görüyoruz. Önce “herkes”, sonra “tam bir
koordinasyon içinde”. Herkes -yani dışında kimsenin kalamayacağı
bütün ülke- kiminle tam koordinasyon içinde olacak: “Büyük ve güçlü
Türkiye idealini” tarif eden, çerçevesini çizen ve siyasi programı
yapan iktidarla. Ayrıca, “çalışmak, üretmek ve mücadele etmek
zorunda”. Bu, “Rabia”ya “tek görev” maddesinin de ekleyen KHK
demek.
DESTEK Mİ İTAAT Mİ?
Kendi tabanı için yarattığı iktidarını savunma mecburiyetini
bütün topluma yaymanın mümkün olabileceğini gören Erdoğan’ı ilk
destekleyenler de ekonomik elitler oldu. İş çevreleri şahsen ve
kurumsal olarak bağlılık ve güven bildirirken, TÜRSAB Başkanı,
topluma “siyasetçilerin yükünü alma” görevini yükledi. İş Bankası
Genel Müdürü ise sadece refahın paylaşılmayacağını belirterek
sürekli borçlandırdıkları yoksulları hadsizlikle suçlamaya kalktı.
Totalitarizmin Kaynakları kitabında Hannah Arendt, öne
çıkmış ve güç gösteren totalitarizmin otomatik destekçilerinin en
üsttekiler ile en alttakiler olduğunu boşuna söylemiyor. Diğerleri
için gerekli olan propagandada da muhalefette olduklarını
söyleyenlerin iştirak ettiği geniş bir koro rol alıyor. Bu konuda
da yine Arendt’ e başvurursak, “Siyasette itaat ile destek aynı
şeydir.”
Totalitarizm, bireyin bağımsız varoluşunu yok eden ve bütün
özgürlük alanlarını kapatmaya yönelen bir yönetim biçimi. Bireysel
varoluşun, aileden başlayarak devlete kadar uzanan iktidar
alanlarının tamamı için geçerli olan en önemli göstergelerinden
biri de itiraz hakkı. Bir kimlikle ve o kimliğin belirlediği
görevlerle tanımlı olmayı reddetme veya bu gerekçelerle maruz
bırakıldıklarından şikâyet etme hakkı. Şimdi gelinen noktada,
krizden dolayı yaşananları bırakın protesto etmeyi, mızmızlanmanın
bile yasaklanmaya çalışıldığına tanık oluyoruz. Endişe beyanları
panik yaratmak, üzerine fikir kurmak komplo olarak soruşturuluyor.
Türkiye’de kur artıran spekülatif eylemler soruşturulacaksa, altı
yıllık çabaları dolayısıyla en başta Erdoğan’ın ifadeye çağrılması
gerekir. Bu olmayacağı gibi, önümüzdeki günlerde, ekonominin
gerekleriyle açıklanamayacak yeni ekonomik suçlar da ihdas olunacak
gibi.
KRİZ KRİZE ÇARE OLMAYABİLİR
Ekonominin gereklerinden hızla arındırılarak siyasetin
ihtiyaçları için kullanışlı hale getirilen kriz, iktidarın
totaliter hevesleri için bir ışık yaratmış olabilir. Hatta çok
katılmadığım bazı tezlere göre, bile isteye yaratılmış bir kriz
intibası veriyor da olabilir. 24 Haziran sonuçlarının üzerine, olup
bitene karşı devam eden uysallığın verdiği cesaret, krizi fırsata
çevirme alışkanlığını tetiklemiş de olabilir. Ancak “totalitarizmin
kaynaklarına” uyumlu göstergelere ve elverişli sonuçlar alan
hamlelere rağmen, durum iktidar için o kadar da rahat görünmüyor.
Tamamen imkansız görünmese bile, mevcut krizin yapısal özellikleri,
totaliter tahakküm imkanlarını genişletmeye çok uygun gibi değil.
Ve galiba en önemlisi, ilk defa iktidardan duyulan korku, krizi
büyütmekten duyulan korkunun gerisine düştü. Dolayısıyla, iktidarın
itaat diye algıladığı, tam ihtiyaç duyduğu şey olmayabilir.
Yine tekrar edelim, aksi mümkün olmakla birlikte verili
koşullar, hevesler ile gerçekler arasındaki açıyı iktidar aleyhine
bozuyor. Birincisi, bu kriz kontrollü başlatılsa bile kontrollü
devam ettirebilecek lokal bir kriz değil. İkincisi, savunma hattına
çekilirken yenebileceğin düşmanlar iddiası, pozitif beklenti
yaratmadan aksiyon enerjisi üretmek kolay değil. Üçüncüsü, geçici
olarak desteğini tedarik ettiğin hakim sınıflar ve dış denge
alternatifleri, ortak çıkarlar bakımından hızla ayrışıyor.
Dördüncüsü, iktidarın üzerinde durduğu siyasi denge, hadisenin
ekonomik veçhesini biraz dışında durmaya çalışan Bahçeli’nin
tavrından da anlaşılacağı üzere hiç de kararlı değil. Beşincisi,
bir siyasi kilitlenme yaşıyor olsa da, Türkiye tek kimliğe, tek
göreve indirgenebilecek bir toplumsal vasata sahip değil. Son
olarak da, muhalefet için, ya emperyalizm ya Erdoğan ikileminden
çok daha geniş bir hareket alanı yaratmak mümkün.