Tarih 12 Temmuz 2017. Erdoğan, Ankara’da TOBB kabul salonunda “Uluslararası Yatırımcılarla İstişare” başlıklı bir toplantıda konuşuyor. Yani hitap ettiği kişilerin önemli bir bölümü yabancı sermayeli yatırımcılar. Salonda başta TOBB yönetici ve üyeleri olmak üzere çok sayıda yerli sermayedar da var. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun, milletvekili Enis Berberoğlu’nun tutuklanması üzerine başlattığı “Adalet Yürüyüşü” İstanbul’da üç gün önce düzenlenen oldukça kalabalık bir mitingle sona ermiş, 2016’daki darbe girişiminden beri süren OHAL uygulamalarına yönelik tepkiler iyiden iyiye açığa çıkmış. Erdoğan, işte bu koşullarda, yabancı sermaye temsilcileri ve yerli sermayeye sesleniyor ve şu unutulmaz sözleri söylüyor:
“Soruyorum, iş dünyasında herhangi bir sıkıntınız, bir aksamanız var mı? Biz göreve geldiğimizde, 15 sene önce Türkiye'de olağanüstü hal vardı ama bütün fabrikalar hep grev tehdidi altındaydı. Hatırlayın o günleri ama şimdi böyle bir şey var mı? Tam aksine, şimdi grev tehdidi olan yere biz OHAL'den istifadeyle anında müdahale ediyoruz. Diyoruz ki 'Hayır, burada greve müsaade etmiyoruz çünkü iş dünyamızı sarsamazsınız.' Bunun için kullanıyoruz biz OHAL'i.”
En başından beri bir sermaye partisi olan AKP’nin bu yanı, partinin en yetkili ağzından, belki de ilk kez bu kadar açık saçık dile getiriliyordu. Zira Erdoğan, kendisini emekçilere ve onların taleplerine karşı daha önce hiç olmadığı kadar ‘güçlü’, ama yaklaşan ekonomik sorunlara karşı da hiç olmadığı kadar ‘kırılgan’ hissetmekteydi. Bu yüzden, ekonomik gidişatın kritik olduğunu bildiği o anda, sermaye yanlısı tutumunun üzerindeki tüm makyajı kazıyarak çıplak gerçeği sakınmadan dile getirdi. Öncesi de böyleydi; özelleştirmeler, Tekel işçilerine yapılanlar, yasaklanan onlarca grev, Soma katliamından sonraki vahşi kapitalist söylem ve sokakta madenci dövmeye varan ‘inisiyatif’ AKP ve yöneticilerinin ‘kim’ olduğunu şüpheye yer bırakmayacak şekilde göstermişti. Ama Türkiye’nin 2013’ten beri süren ekonomik krizinin daha dar ve karanlık bir tünele doğru sıkışmaya başladığı 2017’den itibaren, çok daha otoriter bir emek rejimi, ücretler ve işçi haklarının açık zor yoluyla baskılanması iktidarın yerli ve yabancı kapitalistlere en mühim vaadi olmaya, krizden çıkmanın ‘anahtarı’ olarak görülmeye başladı. Erdoğan iktidarı, bu ‘parlak vaadi’ yerine getirmek ve sermaye rejiminin sıkıştığı kriz sarmalından çıkması adına tüm yükü halkın sırtına vurmak için var gayretiyle çalıştı, çalışmaya devam ediyor. Erdoğan/AKP yönetiminin ve onunla ortaklık içindeki tüm kesimlerin –siyasal ve hukuki zeminde de tezahür etmekte olan– gerilim dolu stratejisinin merkezinde bu sınıfsal kabuk vardır. ‘Başkanlık’, ‘yeni Türkiye’, ‘milli irade’ gibi kodlarla anılan sistematik faaliyet, gelip sıkıştığı noktada, ucuz işgücü ve emeğin kazanımlarının hunharca tasfiye edilmesinden başka bir ‘büyük pazarlama’ kartına sahip değil.
* * *
Dün (3 Kasım), AKP’nin 2002 seçimlerini kazanarak Türkiye’nin o tarihten bugüne uzanan sürecinde başat bir rol üstlenmesinin 18. yıldönümüydü. Ve dün Meclis gündemine gelen torba yasa, bu 18 yılın niteliği hakkında, Erdoğan’ın “OHAL’le grevleri durdurduk” konuşması kadar çarpıcı ayrıntılara sahipti. Topluma ‘istihdam paketi’ olarak satılmak istenen, gerçekte ise kıdem tazminatı ve emeklilik hakkının kalıcı gaspından esnek ve sigortasız çalıştırmanın dizginsizce yaygınlaştırılmasına dek bir dizi emek düşmanı uygulamayı yasallaştıran bir düzenleme içeriyor bu torba yasa. 25 yaş altı ve 50 yaş üstündekiler “belirli süreli iş sözleşmesi” ile kıdem tazminatından mahrum edilecekleri bir çalışma rejimine sokuluyor. Çalışanlar arasında yaşa dayalı ve patronların elini güçlendirecek, emeğin direncini azaltacak bir ayrım getiriliyor. Bu, ‘bireysel iş ilişkileri’ açısından emekçilerin, 1936 tarihli İş Kanunu’nun bile gerisine gittiği anlamına gelecek. Meclis’te AKP ve MHP oylarıyla geçmesi muhtemel bu düşmanca yasa, rejimin, özellikle ekonomik sıkışıklıktan Türkiye’yi bir ucuz işçi cehennemine çevirerek çıkma stratejisinin temel taşlarından biri. Erdoğan yönetimi, emekçilerin örgütsüz ve dağınık pozisyonuna, devletin baskı aygıtlarına yaslanan kendi kırılgan gücüne güveniyor elbette. Ama bu saldırının tahrip gücü o kadar yüksek ki, salgın koşullarında asgari ücret fiilen yarı yarıya düşmüş, büyük kalabalıklar günde 39 liraya mahkûm edilmişken, tarihi bir işsizlik sorunu yaşanmaktayken, ‘belirsizlik’ herkes için endişe verici bir perde oluşturmuşken bile itirazlar yükseliyor ve birleşme eğilimi gösteriyor. İktidara koşulsuz desteğiyle bilinen Hak-İş ve en temel konularda iktidar yanlısı manevralarla işçileri oyalayan Türk-İş de dâhil üç büyük konfederasyonun uzun süre sonra bu yasaya karşı bir araya gelerek açıklama yapmaları, Hak-İş ve Türk-İş yöneticilerinin emekçileri temsil ettiklerini hatırlamalarından değil, taban baskısından kaynaklanıyor.
Ve bu huzursuzluk, resmi muhalefetten daha çok iktidarın ilgi alanında... Bir yandan giderek koyulaşan bir dinci-milliyetçi söylemle emekçilerin rızasını ideolojik alandan kazanmak gayreti yoğunlaşıyor. Diğer yandan, temel hakları için bir araya gelen en küçük emekçi gruplarına bile son derece tahammülsüz bir ‘güvenlik’ rejimi uygulanıyor. Maaş ve tazminat hakları gasp edilen, hukuki yolları kazandıkları halde haklarını alamayan Bimeks işçilerinin, iktidara ve sermaye düzenine de değil, patrona yönelen protestoları bile polis şiddetiyle karşılanıyor. Bimeks patronu Vedat Akgiray’ı, dalga geçer gibi “iş etiği” dersleri verdiği Boğaziçi Üniversitesi önünde protesto etmek isteyen işçiler dağıtılıyor, gözaltına alınıyor. Salihli’de gasp edilmiş tazminatları için direnen işçilere “hepinizi alırım” diye gözdağı veren alay komutanının yanına, Boğaziçi Üniversitesi önünde emrindeki polislere “kalkanları kaldırın görüntü alınmasın” emri verdikten sonra işçileri yaka paça sürükleten çevik kuvvet amiri ekleniyor. İktidar, en küçük bir direnişin örnek olmasından çekiniyor ve kıvılcımların üstüne tonlarca su döküyor. Ama bu da dipteki ateşten endişesini soğutamıyor. Bu dağınık direnişlerin birleşmesinden, ülkenin gündemine girmesinden dehşetle korkuyor. Çalınmış maaş ve tazminatlarının peşindeki işçilere, çalınan topraklarının peşindeki köylülere polis ve jandarmadan başka sunabileceği bir şey yok.
* * *
27 Ekim’deki Citibank Yatırımcı Konferansı'nda uluslararası sermaye temsilcilerine konuşan Maliye Bakanı Berat Albayrak, “sermaye kontrolü” iddialarını şiddetle yalanlarken, “İstihdamda esnek çalışma üzerine kurulu bir model üzerine çalışıyoruz” diyor. Birçok çok uluslu şirketin üretimlerini Asya’dan ‘bölgemize’ yönlendirmeye başladıklarını söylüyor. “Rekabetçi maliyet yapısı, iyi eğitimli insan kaynağı stratejik konumu, teşviklerle Türkiye yatırımcılara benzersiz fırsatlar sunmakta” diyor.
Albayrak’ın, yabancı sermaye görücüsünde cazip görünmek için müjdelediği “esnek çalışma üzerine kurulu model” şu an Meclis’te olan torba yasadır. Üretimin “Asya’dan bölgemize kayması” diyerek kast ettiği Doğu Asya’dakinden daha ucuz işçilik ve daha despot bir emek rejimi vaadidir. “Rekabetçi maliyet yapısı” dediği, TL’nin erimesi ve zaten baskılanan emek maliyetinin bu yolla ‘sudan ucuz’ hale gelmesidir, bunun sürdürüleceği vaadidir. Kayınpederinin 2017’de “bakın grev yaptırmıyoruz” diyerek ‘yatırım ortamı’ cilalamasının bir benzerini yapmakta ve neredeyse “bakın işçi maliyetlerini kaldırdık” demektedir.
Saray yönetimi, hem ekonomik krizden hem de onunla doğrudan bağlı siyasal krizden çıkış yolu olarak açık bir sınıf taarruzunu görüyor. Depremle yıkılmış mezar binaların üstündeki sakar bürokratik şovlar, askıda ekmekler, “eve ekmek götüremiyoruz” diyen esnafa pişmanlık metni okutmalar, “eve ekmek götüremeyen yok” itirazları ise bu taarruz esnasında işlerinin ne kadar zor olduğunu gösteren yol işaretleri. Üstelik Türkiye kapitalizmini yönetme konusundaki maharetlerinin sürdüğü konusunda farklı sermaye kesimleri de bütünlüklü bir fikre sahip değil artık.