Jela Krečič’in derlediği, “Son Gerisayım ‘Avrupa, Mülteciler ve Sol’” adlı kitap, Barış Engin Aksoy tarafından çevrildi. Metnin her yazısı ayrıca üzerinde durmaya değer ama burada kısaca sorularından bahsetmek gerekirse, her gün yeni bir krizle karşı karşıya olduğumuz dünyada nasıl yaşayacağız, ne tür stratejiler geliştirmeliyiz, sol siyasetin eksikleri neler, orta sınıf nasıl madunun asalağı hâline geliyor, mültecilere yönelik hümanist tavır nasıl siyasetsizliğe evriliyor…
Son yıllarda dünyayı özetleyen bir kelime söyleyin deseler, sanırım pek çok insanın aklına gelecek kelimelerden biri kriz olur. Üstelik bitmeyen bir kriz hâli, biri bitiyor diğeri başlıyor, kriz âdeta bir yönetim şekli hâline gelmiş durumda. Kriz olarak tanımlanan ve devamlı karşımıza çıkan sorunlardan biri de “mülteci krizi”. Peki, mülteciliği kriz hâline getiren ne? Mültecinin bedenine yapışıp kalmış kriz kelimesi neden onunla ilişkileniyor? Sol düşünce bunun karşısında nasıl konum alıyor daha doğrusu bir konum almayı siyaset üretmeyi başarabiliyor mu? Dünyada tehlikeli bir durum içinde olduğumuz doğru, o zaman neden çıkış aramıyoruz, sol siyasetin misyonu sadece popülist siyasetçilere karşı söylem üretmek mi olmalı, yakınmak ve sorun tespit etmek, dünyanın sorunlarına dair bir tahayyül geliştirmenin önünü açabilir mi?
Jela Krečič tarafından derlenen ve Metis Yayınları tarafından basılan, “Son Gerisayım ‘Avrupa, Mülteciler ve Sol’” adlı kitabın ortaya koyduğu sorulardan sadece bir kısmı yukarıda bahsettiklerim. Kitapta bir araya getirilen metinler, mültecilerle ilgili sorun tespiti yapmıyor çünkü o aşamayı çoktan geçtik, daha çok gözümüzün önünde duran sorunlar nasıl aşılabilir üzerine sol düşünceyi merkeze alan bir tartışma yürütüyor. Metin, krizlerin hâkim olduğu bir dünyada sadece Trump gibi siyasetçilerin yanlışlarını deşifre ederek, sızlanarak, mültecinin her anlamda hukuksuzlukla sarılı bedenini acıma duygusuyla daha da kurbanlaştırarak işin içinden çıkamayacağımızı hatırlatırken, sol siyasetin söyleminin son yıllarda nasıl etkisizleştiğini de açığa çıkarıyor. Kimlikler siyasetinin bu konudaki çabasının önemli yadsınmıyor metinde yer alan yazılarda ancak mültecilik gibi kimliklerin sabit bir kategoriye dönüştürüldüğünde, onunla kurulan ilişkinin politika-dışı bir ilişki olabileceği, bunun da dayanışmadan çok hayırseverlik mantığıyla işleyen bir sisteme evrilebileceği hakkında bizi uyarıyor.
Kitabın önemli sorularından biri de evrensel bir sol siyasetin mümkünlüğü ve bu krizler silsilesinin sol düşünce için yeni bir çıkış olarak görülüp görülemeyeceği. Solun görevi kriz içinde yaşadığımızı vurgulayıp durmak mı yoksa bunu bir çıkış imkânı hâline getirebilmek mi aslında temel mesele bu gibi görünüyor. Bu açılardan kitap, mülteciler hakkında gibi görünse de bana kalırsa, buradan yaratılabilecek bir çıkış üzerine teorik bir zemin bulma çabası olarak yorumlanabilir.
KRİZ VE SOL DÜŞÜNCE
Jela Krečič’in “Son Gerisayım ya da Komedi ve Antihümanizmden Çıkarılacak Dersler” yazısıyla başlıyor kitap. Krečič’in yazısı, içinde bulunduğumuz düzenin sadece bir kriz yönetim sistemi hâline geldiğine dikkat çekerken, Neoliberal kapitalizmin aşılamazlığı düşüncesinin zihnimize kesinmiş gibi yerleştiğine, alternatifi olmadığına dair bir inanç içinde olduğumuza dikkat çekiyor ve bunda sol siyasetin payını da es geçmemek gerektiğini hatırlatıyor. Ona göre; “Medya tarafından güle oynaya maruz bırakıldığımız kriz sağanağının (ekonomik kriz, finans krizi, ekolojik kriz, mülteci krizi, ahlâki kriz) altında, asıl krizin yönetici konumundaki elitin dayattığı kriz söyleminden herhangi bir çıkış yolu bulamamış görünen solun krizi olduğunu söylemek mümkün.” Bu cümleler hakkında düşününce kriz kelimesinin aslında ne kadar soyut olduğunu da fark ediyoruz, yukarıdakiler devamlı bu krizler üzerinden siyaset yürütürken, muhalefete kalan bu soyut kavramı alıp kabul etmek ve sorumluları işaret etmek, popülist siyasetçileri eleştirmek, yukarının belirlediği söylemin kaydını tutmak oluyor bu da alternatif bir siyaset düşünmenin önünü kapatıyor. Oysa, devamlı sorun hâline getirileni dillendirmekten, çok daha fazlasına ihtiyaç var çünkü metinde Zupančič’in yazısında bahsettiği gibi; “İnsanlara isimler takıp (“yabancı düşmanları”, “şovenistler”, “ırkçılar” vb.) daha aydınlanmış, kozmopolit bir konum üzerinden kendimizi üstün görmekle bir yere varılamadığını anlamış olmamız gerekiyor.”
Bununla ilişkili olarak, yine kitapta yer alan Frank Ruda’nın “Önce Trajedi, Sonra Trajedi” yazısından da söz edebiliriz çünkü Ruda’nın yazısında kriz soyut bir şey olmaktan çok arkası-önü olan bir kelime olarak karşımıza çıkıyor. Ruda, krizin mültecilerin bedenine yapışıp kalan bir kavram olmasının nedenlerini düşünüyor, krizin başlangıç noktasının gözümüzden kaçtığına işaret ediyor. Kriz, mültecinin bedeniyle gelen bir şey ama o da bulunduğu yerde başlayan sorunlar nedeniyle göç ediyor, dahası sanılıyor ki mülteci bedeniyle krizi taşıyor. Aslında şöyle bir durumda var, gelinen yer zaten sorunları olan bir yer, küresel kapitalist bir dünyada her yerin kendince sorunları olmadığını düşünmek baştan hatalı, mülteci sadece orada olanı açığa çıkarıyor ve bu kelime bedenine yapışıp kalıyor, ona felaket bulaştırıcısıymış gibi davranılıyor. Bu nedenle yönetici konumunda bulunan politikacıların kriz dediğini kabul edip bunun üzerinden siyaset yapmaktan çok daha fazla şey düşüyor muhaliflere çünkü başkanın bedenine yapıştırılan krizi sahiplenmek, bulunulan yerdeki asıl sorunu, onun sebebi olan politikacıları görünmez kılabiliyor.
KOMEDİ VE KARA MİZAH
Krečič çıkış yolu olarak bir komedi stratejisi öneriyor çünkü komedi, “bütün feci, utanç verici, küçük düşürücü boyutlarıyla gerçekliğin felaketine açar kendini ve kendi usulünce olumlu bir netice sunar.” Bu bağlamda Charlie Chaplin filmlerinin Şarlo figürünü hatırlatıyor yazar, bu filmlerde temsil edilenler, örneğin yoksullar buradaki tipi kurbanlaştırmaktan çok durumu göstermenin yolunu açar. Ayrıca, komedide taraflar arasında kurulan ilişki hümanist bir bağlam içermez, siyaseten yanlışçıdır, yerleşik doğruların hepsini yerle bir edebilir, kusurları saklamaz, insanı idealize etmez, maskelerini indirir, Krečič bu derlemedeki yazıları da bu bağlamda bir tür “komedi” olarak değerlendiriyor.
“Beyaz Yalanlar, Siyah Doğrular: Yetişkin İletişiminin Öğeleri” adlı yazısında, Robert Pfaller de siyaseten doğruculuğun ve kimliğin sabit kurulumunun aşılması için kara mizahın işlevinden bahsediyor, çünkü ona göre: “Kahkahayı, birinin diğerinden keyfi çalıp durduğu dışlayıcı bir uğrak olarak değil, yetişkin dayanışması içinde paylaşılması mümkün bir hayat niteliği olarak görmemizi mümkün kılan bir felsefenin pratik sonucudur kara mizah.”
MAĞDUR KİMLİĞİNİ SABİTLEME
Kitaptan sözünü etmeden geçemeyeceğim bir yazı da “Kimdir Mağdur/Kurban”, Mladen Dolar’ın metni. Dolar, Fanon düşüncesi üzerinden kimlik siyaseti üzerine bir eleştiri getiriyor. Öteki’yi devamlı olarak yaşadıkları üzerinden değerlendirmenin onu bir mağdur kimliğine sabitleyebileceğine dikkat çekiyor. Ayrıca, öteki’ye zarar vereni düşmanlaştırmanın da bir şekilde iki karşıt kimlik üzerinden olayın değerlendirilmesine ve bu ikilik içinde sıkışmanın, karşılıklı ilişkilenmenin önünde engel olabileceğini hatırlatıyor. Bu da her durumda sömürgeciliği teorik olarak işe koşmanın sorunlu olabileceği hakkında düşündürüyor. “Yüzyıllarca zulme maruz kalmış mağdurlara ve sömürgecilerin sorumluluğuna ilişkin ifadelerin hepsi doğru ve haklıdır, dikkatle incelenmelidirler, her türlü karatma çabalarına karşı koymak gerekir; ne var ki sözcelemenin öznesi mağdurlaştırma ve suçluluğu esas kaynak olarak görmekten kaçınacak bir konum almalıdır.” Dolar’ın yapmaya çalıştığı hiçbir şekilde sömürgecileri aklamak değil, yüzleşilmesi gerekenle yüzleşirken, sömürgeciye maruz kalmış bedeni yeniden yeniden mağdur etmek, onu o kimliğin sınırına hapsetmek, yazar bunu sorunsallaştırmaya çalışıyor. Fanon düşüncesini de bu nedenle konuyla ilişkilendiriyor çünkü ona göre: “Günümüzün ‘göçmen krizi’ konusunda Fanon’dan çıkarılacak ders bu olabilir. Bambaşka- Fanon’un -aklından geçmeyen- şartlar söz konusu olsa da, bu krize ilişkin söylemin büyük çoğunluğu tam da –dövünme-içerleme-mağdurlaştırma-suçluluk başlığı altına giriyor gibidir. Çekilen muazzam acılar için dövünmek ve beraberinde duygudaşlık, insancıl yardım çağrıları…” Tüm bunlar mağdurlar için bir siyaset yaratmayı da engelliyor ve sinik bir konuma sebep oluyor, çünkü mağdur olanın çektikleri üzerine insani tavır almak erdemli bir yan içerse de bu bir hayırseverlik sorunuymuş algısı yaratıyor. Sol siyasette bu mağdurlaştırma performansına katılıyor ve böylece kurban sorun-kriz gibi kelimeleri bedeninde damga gibi taşımak zorunda kalırken, olayın politik yanı gözden kaçıyor.
Jela Krečič’in derlediği, “Son Gerisayım ‘Avrupa, Mülteciler ve Sol’” adlı kitap, Barış Engin Aksoy tarafından çevrildi. Metnin her yazısı ayrıca üzerinde durmaya değer ama burada kısaca sorularından bahsetmek gerekirse, her gün yeni bir krizle karşı karşıya olduğumuz dünyada nasıl yaşayacağız, ne tür stratejiler geliştirmeliyiz, sol siyasetin eksikleri neler, orta sınıf nasıl madunun asalağı hâline geliyor, kimlik siyaseti bazen yönümüzü kaybettiriyor olabilir mi, sıradan bir yaşamı olan göçmen nasıl “terörist” bir yüz hâline geliyor, postkolonyal çalışmalar neyi gösterip neyi gözden kaçırmamızı sebep olabiliyor, mültecilere yönelik hümanist tavır nasıl siyasetsizliğe evriliyor…
En önemlisi de yakınıp durmak, popülist siyasetçilere laf yetiştirmek, zaten ortada olan sorunu kayda geçmek dışında muhalifler neler yapabilir sorusunu sorduruyor kitap ve bunun teorisini yapıyor. Özetle metin, hâlâ dünya için ne yapabilirim diye sorma gereği duyanları sadece düşünmeye değil, yapabilme olasılığına da çağırıyor.