Siyasi erkin gücünü temsil etme geleneğinin devamı olan kopya camilerden öğrenilecek yeni bir şey yok. Ancak bir garabet olarak görülen camilerden, beğenseniz de beğenmeseniz de öğrenilecek çok şey var. Çünkü toplumsal pratikler içinde üretilirken, bize hiç aklımıza gelmeyen yeni sorunların, ihtiyaçların, beklentilerin bilgisini veriyor ve bazen de bir apartmanın altına sıkışmışken minaresini duvara yapıştırmak gibi çok yaratıcı çözümlerle karşımıza çıkabiliyorlar.
Türkiye’de cami mimarisi, her zaman mimarlık disiplininin sınırlarını aşan bir tartışma alanıdır. Her yeni cami için ya “eskinin kötü bir kopyası” denir, ama yenisinin nasıl olması gerektiği söylenmez; ya “yeşil alanlarımız yok oluyor” denir, ama çevre ile uyumlu olanı hakkında konuşulmaz; ya “kentin silüetine yakışan, şimdiye kadar yapılmış en büyük” denir, ama silüet kelimesinin “hayal meyal görüntü” anlamına geldiği bilinmez ve görüntüyü ezercesine öne çıkmak ile arasındaki fark düşünülmez.
“Kubbesiz ve minaresiz cami olmaz” söylemi, bu içerikten yoksun, sığ tartışmalar arasında en güçlü olanıdır. Hem “sığ” hem “en güçlü” dedim. Peki o zaman bu söylem, gücünü nereden alıyor, eğer iddia ettiğim gibi sığsa?
KOLEKTİF BİLİNÇDIŞI VE ARKETİP
Arketip terimi, Yunanca “başlangıç”, “ilk olan” anlamlarına gelen “arkhe” sözcüğünden gelir ve “tüm şeylerin ondan türediği yönetici ilke, değişmeyi yaratıp da kendisi değişmeyen varlık” tanımıyla İlk Çağ Yunan felsefesinde yerini bulur.
Psikanaliz alanındaki çalışmalarıyla tanınan Carl Gustav Jung (1875 – 1961) arketipleri, kolektif bilinçdışının içeriğini dolduran birincil düşünce ve imgeler olarak tanımlar. Ölüm, aşk, cinsellik, baba gibi sayısız arketip bulunmaktadır ve mitoloji, sanat, din gibi toplumsal dışavurumlarla kendilerini belli eder ve nesilden nesle aktarılırlar.
Basit bir örnek: Kime, “çabucak bir ağaç ya da cami resmi çiz” deseniz, üç aşağı beş yukarı, ağaç için bir gövde ve yapraklar, cami içinse bir kubbe ve minare çizecektir. Ama bu hangi ağaçtır; selvi mi, işe giderken her gün yanından geçtiğiniz mi ya da parkta gölgesinde dinlendiğiniz mi ve yine aynı şekilde, bu hangi camidir; mahallenizdeki mi, Mimar Sinan’ın Selimiye’si mi, yoksa Çamlıca Tepesi’ne yapılan mı? Bu ve benzeri çizimler, göstereni olmayan, toplumun ortak hafızasına ait şemalardır ve bu yüzden de kolektif bilinçdışında çok güçlü yer edinmişlerdir.
Oysa ilk cami olan ve 622 yılında, Hz. Muhammed’in hicreti sırasında Medine’den önce son durağı olan Kuba’da, Peygamber’in ilk taşını kendi elleri ile koyduğu Kuba Mescidi kubbesiz, düz tavanlı, 32 metreye 32 metre kare tabanlı ve sadece küçük bir minaresi olan basit bir yapıydı. Birçok defa tamirat görmesine rağmen, ancak 1047 yıl sonra, 1699’da II. Mustafa tarafından bir kubbe eklendi. 1985 yılında ise yıkılarak, yerine altı büyük kubbesi ve 47 metre yüksekliğinde dört minaresi olan görkemli bir cami yapıldı.
Eğer arketip terimi, yeni olasılıklar türeten, çeşitleyen, çoğaltan bir başlangıç şeması ve belirleyici değil yön veren ilke ise ve cami mimarisinin başlangıcında da bir kubbe yoksa, o zaman “illa kubbe ve minare” takıntımız nereden geliyor?
Kubbe ve kemer, yüzyıllar boyunca açıklık geçmenin tek yöntemi oldu. Kubbe, İslami bir sembol olmaktan öte, döneminin en gelişmiş inşaat tekniğiydi. Eğer İslamiyet, Antik Yunan’da ortaya çıksaydı, bugün, üçgen alınlık, taş sütun-kiriş ve ahçap çatı tekniğine bakarak, dilimize yerleşmiş “gök kubbe” yerine pekala da “gök çatı” diyor olabilirdik.
Gelenek adı verdiğimiz ve zihinlerimize kazınmış kubbe ve minare imgesi, aslında ezberden başka bir şey değil ve bir biçimi putlaştırıp, tabu haline getirdik. Melih Gökçek, havaalanı ile Ankara arasındaki gecekonduların tamamını, kentin girişinin görüntüsünü bozdukları gerekçesiyle yıktırdığında, moloz yığınlarının arasında tek başına bir minarenin ayakta bırakılması ancak sözünü ettiğim putlaştırma zihniyeti ile açıklanabilir.
Ayrıca Osmanlı’da cami politik bir yapıdır ve imparatorluğun gücünü temsil eder; hem kendi tebaasına hem de diğer devletlere karşı. Silüeti dünyaca ünlü İstanbul’a "yedi tepeli" denmesi, bugün suriçi dediğimiz bölgedeki yedi tepenin her birinin, bir güç göstergesi olarak, görkemli bir cami ile işaretlenmesinden gelir.
Kanuni’yle başlayan ve 17'nci yüzyılın sonlarında biten dönem, Osmanlı’nın en güçlü olduğu dönemdi. İmparatorluğun çöküş sürecinin başlamasından bugüne, istisnasız her siyasi erk, gizli ya da açıktan, bu altın çağı kutsallaştırdı ve Osmanlı Beyliği’nin kuruluşundan bugüne, içinde sayısız özgün biçimi barındıran 624 yıllık gelenek görmezden gelindi. Asıl ilgi 200 yıllık bu altın çağa yoğunlaşınca, 1499 – 1588 yılları arasında yaşayan ve esas olarak 49 yaşından sonraki 50 yıllık ömrü boyunca önemli eserler veren Mimar Sinan da, siyasi erkin tarih yazıcıları tarafından, bu sefer tarihi bir özne olarak putlaştırıldı ve Osmanlı cami geleneği sadece Mimar Sinan’ın eserlerine indirgendi.
Tüm bu dediklerim şu anlama geliyor, arketip teriminin olası bir sürü ihtimali barındıran ve zenginleştiren içeriği yerine tek bir biçim ve tarihi öznenin içine sıkışmış durumdayız. Ve ne zaman siyasi erk tarafından yapılacak bir cami gündeme gelse, aslında kendimizi, bir tabular, ezberler ve indirgemeler dizisi etrafında dolanan kısır bir tartışmanın içinde buluyoruz.
BUGÜNÜN CAMİ GERÇEĞİ
Gelenek, nesilden nesle geçen ve bir topluluğun fertleri arasında ortak bir ruh meydana getiren her türlü davranış biçimi ve kültürel değerlerdir. Eğer söz konusu, bir Safranbolu evi ya da cami ise, geleneğin biçimleri, oranları, düzeni, kullanım alışkanlıkları yüzyıllar boyunca, yavaş yavaş birikerek oluşur.
Mimar Sinan’ı bugün anladığımız anlamıyla bir mimar-tasarımcı olarak görmeyin. Sinan, bir yapı ustasıydı ve daha önceki ustalardan öğrendiğini, gördüğünü eskiden devralınmış kurallar çerçevesinde tekrarlayan ama bunu yaparken de daha iyisini yapmak isteyen ve kendinden sonra gelecek ustalara da yön gösteren bir zanaatkardı. Bunları, yeteneğini önemsemediğimden ya da değersizleştirmek için değil, döneminin gerçeği içinde Mimar Sinan’ın nasıl ürettiğinin anlaşılması için söylüyorum.
Modern dünya ise böyle bir yer değil. Günümüzde, en yeni, en son moda, en son teknoloji olanın yarın eskiyeceğini bilerek yaşıyoruz. Bu, en son model araba, en büyük ekran televizyon ve en çağdaş ve yeni teknoloji ile inşa edilmiş her tür yapı için geçerlidir.
Bugün, cami mimarisi kârlı bir sektör haline geldi. Artık banyo - mutfak, aydınlatma, araba, tekstil fuarları gibi cami ihtisas fuarları da açılıyor; firmalar, cami inşaatındaki son gelişmeleri, kubbeye aşırı yük vermeyen hafif kompozit kaplama malzemelerini, halı altı ısıtma sistemlerini, özel cami aydınlatma ve ses sistemlerini, cep telefonlarını susturan engelleyicileri tanıtıyorlar.
Artık daha büyük açıklıklı, daha konforlu, daha yüksek minareli camiler inşa edebiliyoruz. Fakat tüm bu yenilikler, tabularımız karşısında bir türlü biçime yansımıyor, hem caminin görüntüsünün hem de iç mekanının verdiği huşu ve huzur duygusunun daha farklı ve zengin hacimlerini tahayyül etmekte inatla direniyoruz. Hal böyle onunca da, ya TOKİ konutları gibi birbirini tekrarlayan, eskinin kopyası camiler ya da geleneğin biçim ve oranlarını hiçe sayan camimsi şeyler ortaya çıkıyor.
Siyasi erkin gücünü temsil etme geleneğinin devamı olan kopya camilerden öğrenilecek yeni bir şey yok. Ancak bir garabet olarak görülen camilerden, beğenseniz de beğenmeseniz de öğrenilecek çok şey var. Çünkü toplumsal pratikler içinde üretilirken, bize hiç aklımıza gelmeyen yeni sorunların, ihtiyaçların, beklentilerin bilgisini veriyor ve bazen de bir apartmanın altına sıkışmış kalmışken, oradaki varlığını, minaresini duvara yapıştırmak gibi çok yaratıcı çözümlerle karşımıza çıkabiliyorlar.
CAMİ GELENEĞİNİ YENİDEN DÜŞÜNMEK
Eğer 624 yıllık cami geleneğimizle yüzleşmek istiyorsak, öncelikle siyasetin alanı olmaktan çıkarmalı ve gündelik hayatın değişen şartlarını anlayarak tekrar düşünmeye başlamalıyız. Ancak bu yönde, bireysel ve özgün denemelerin dışında, yok denecek kadar az bütüncül çaba bulunuyor. Bu nedenle, 2010 yılında Kayseri Belediyesi’nce düzenlenen “Cami Mimarisi Üzerine Fikir Yarışması”nı çok önemsiyor ve yakın dönemde, mimarların cami ile imtihanı olarak görüyorum.
Fikir projesi yarışmaları, inşa edilecek bir proje elde etmeyi değil, bir konu hakkında bir nevi zihin egzersizi yapılmasını amaçlayan ve tasarımcıları tümüyle özgür bırakan yarışmalardır. Yarışmada, kubbe ve minare gibi konvansiyonel imgeleri çağdaş biçimlerle yorumlayan ve bazen abartılı denebilecek biçimlere ulaşan ya da biçimleri azaltarak ibadet etmenin özüne inmeye amaçlayan sayısız proje vardı ve Kayseri Belediyesi, yarışmaya katılan tüm projeleri bir kitapta toplayarak, bu konuda çok önemli bir birikime kaynak oldu.
Burada, sadece bir projeye, cami fikrine ve kente bambaşka bir açıdan bakan, mimar Arman Akdoğan’ın tasarımına yer vermek istiyorum. Proje, yüksek yapıların arasında küçülen ve onlarla baş etmek adına devasa ve oransız biçimlere ulaşan camilere karşıt bir fikir olarak, yakın geleceğin gökdelen konutları dünyasında, sonradan eklenerek değil, daha en baştan yapının bir parçası olarak tasarlanacak bir caminin nasıl var olabileceği fikrini test etmeyi amaçlıyor.
Cami, sadece parçası olduğu gökdelen konut bloğuna hizmet ediyor; kadın ve erkekler, farklı asansörlerle, caminin toplanma ve son cemaat yeri olan giriş katına ulaşılıyorlar; avlunun altındaki küresel hacmin arka tarafında bir konferans salonu, dijital kütüphane ve abdesthane var ve caminin ana hacmini, eskilerin “yer tepsi, gök kubbe” sözünün aksine, 21'inci yüzyılda, dünyayı uzaydan seyredebilen insanın bakışıyla, tersine çevrilmiş bir kubbe oluşturuyor.
Bozmamız gereken ezberler, yıkmamız gereken tabular çok; mimari, toplumsal ve her şeyden önce de kendimizle ilgili.
Not: Bir de, mimarlarımızın altına imza attığı ama geleneksel bulunmadığı için önemsenmeyen, beğenilmediği için başka bir ülkede yapılan ya da TBMM Cami gibi yıkılması planlanan ödüllü ve dünyaca ünlü camilerimiz var. Bu da, başka bir yazının konusu olacak.
Okuma önerileri:
“Kubbeyi Yere Koymamak”, Turgut Cansever, Timaş Yayınları, 2010.
“Mimarlığın Aktörleri”, Uğur Tanyeli, Garanti Galeri, 2007.