Kolonoskopiyle bir geziye çıkmak ister misiniz? Bağırsaklar, damarlar ya da mide aslında bir sualtı parkı mıdır? Resim sanatıyla endoskopi arasında nasıl bağıntılar vardır? Sanat ve bilim birbiriyle nasıl bir etkileşim içindedir?
Küçüğe, giderek gözün göremediği küçüğe olan merak ve anlama çabaları bilimcilere, bunun aslında bir zorunluluk olduğunu kavrattı.
Mikrop, bakteri, virüs...
Bunların, birer birey olarak var oluşlarını anlamak; dahası biz insanlar istesek de istemesek de bunların birer yaşam formu, canlılığın ta kendisi olduğunu kavramak çok uzun yüzyıllar sürdü.
Evrim işte! Kısa yoldan olmuyor.
***
Profesör Doktor Murat Saruç ve ekibinin kolonoskopiyle anüsten, kalın bağırsağın içlerine ya da ağızdan mideye yaptıkları yolculuklarda, çektikleri videoları ve fotoğrafları görünce, bilimsel çabaları yeniden düşünmek zorunda hissettim. Dahası, incenin de incesi, esnek ve kırılmaz bir sapa bağlı, mini minnacık bu endoskopi kamerasıyla elde edilen görüntüler, değişik sanat yapıtlarını da aklıma getirdi.
***
Ressam Tim Head’in, “Cow Mutations / İnek Mutasyonları” adını verdiği, sanat camiasında, “Milk / Süt” de denen eseri bunlardan biri. Bilimin yaptığıyla bu tablo arasında bir bağıntı kurmak zor gibi. Ancak, ilk bağıntıyı, yani agrandismanı / büyültmeyi anlayınca bilim ile sanatın bu türünün buluşma kavşaklarından birine girebiliyoruz.
Bağırsağın, hatta damarın içinde ilerleyecek kadar ince bir kamera orada, insan gözünün (bakış açılarının) göremeyeceği alanlarda ve küçüklükteki varlıkları büyülterek görünür kılıyor.
Head de sanatıyla bunu yapıyor. Ancak, o tam tersine, bizim görme alışkanlıklarımızla “şıp diye” anlayacağımızı sandıklarımızı bambaşka hayal formalarına sokuyor. Şekli, figürü sahiden görebilmek için hayalimizi, sezgimizi işe katmamızı sağlamaya çalışıyor.
***
Saruç ve ekibinin büyültmeleri izleyiciyi su altı çayırlarında, mercanımsı dokuların çevrelediği minik derelerde dolaştırıyor. Daha da ilginci saptadıkları yeni oluşumların, hücrelerin; yani kansere dönüşme olasılığı taşıyan poliplerin kendilerine has ağacımsı, ceviz kabuğumsu, makrome ya da yosun benzeri dokuları büyültmeler sayesinde, ‘sevimli’ diyebileceğimiz biçimlerde görünüyor. Bunlar insana soyutlanmış sanatsal forumlarda dolaşıyormuş duygusu veriyor.
Bu iç organlar izlencesi, bizi, onlar için kullandığımız, damar, bağırsak, mide gibi adlandırmaların ötesine taşıyabiliyor. Billur Mercan Vadisi ya da Düşsel Masifler Kanyonu gibi adlandırmaların bu geziye eşlik etmemesi için hiçbir neden yok... Bazen bir kaleydoskopa (çiçek dürbünü) bakar gibi oluyor insan.
***
Bilim mikroskobik küçükleri, onların şeklini, şemailini, giderek bu “görünmezlerin” hareketlerini, zekalarını anlamaya ve onlarla ne yapabileceğini bulmaya çalışıyor. Bilim emekçilerinin bunu yaparken sanatsal hazlar alması, onların sanata erişebilme oranlarına ya da sanatsal etkinliklerin onlara yeni olanaklar taşımasına bağlı.
Sanat, görme gücünün ezberlere, önyargılara indirgendiği bir dünyada, bakış açılarını yeniden zihinsel bir etkinliğe dönüştürmeyi; donmuş algılarımıza yeni canlılıklar taşımayı başarabildikçe insanın olanağı olabiliyor.
***
Tim Head’in eserine yaklaşabilmek için, yola çıkış noktalarına bakmakta yarar var:
Kanadalı sanatçı Liz Leyh, İngiltere’de Milton Keynes’in kenarındaki yeşil bir alana “The Concrete Cows / Beton İnekler; 1978” heykellerini yaptı. Yerleşime girerken uzaktan bakıldığında, bir grup ineğin danalarıyla, bir çayırda otladıklarını görüyorsunuz. Adeta yaşıyor, hareket ediyorlar.
Ne var ki siz onlara yaklaştıkça bütün o “gerçekçi” görünümler, şekilden şekile giriyor ama inek olmaktan çıkıyor. Her türlü hayali canlı aklınıza geliyor, inek en sona kalıyor.
Bu beton heykellerin üzerindeki renklerin kullanımı, algısı kalıplaşmış insanı kolayca yanıltıyor. Bizim o güzelim Rumeli türküsünde denir ya: “Mezar taşlarını Hasan, koyun mu sandın / adam öldürmeyi bire Hasan oyun mu sandın” işte o hesap, bu heykeller, biz insanların görsel ipuçlarını nasıl toplayıp kodladığımıza, bazı sonuçlara nasıl atladığımıza ilişkin temiz bir ders veriyor.
***
Ancak... Head’ın çıkış noktasını etkileyen bir olay daha var. Sainsbury's şirketi kartondan bir dizi süt kutusu üretti. Tasarımlar, Liz Leyh’in yaklaştıkça soyutlaşan ineklerini akla getiriyordu. Kutuları süsleyen bu ticari ikon inekler, farklı süt türlerini (yağlı, yağsız vb) belirtmek için, ineklerde görülmeyen renklere boyanmıştı.
***
Tim Head’ın, “ona öyle demezler, peynir ekmek yemezler” demesine bu tasarımlar sebep olmuş. Bir anlamda, ‘madem soyutlayacağız, o zaman bunu insan zihnini biraz daha kayırarak yapmalıyız’ denebilecek bir düşünüşle başlamış işe.
Öyle ya inek, kimilerine sadece ve sadece satacağı sütü düşündürüyor...
O zaman biz de sütü hayal etmeyi öğrenelim. Bütün gün çayırda yeşil ot yiyen inekler neden bize “süt beyazı” dediğimiz apak bir sıvı verir? Gelin, süte beyaz görünümünü veren pek çok mikroorganizmayla birlikte, protein miselleri düşünelim...Yani, misellerdeki yaklaşık 150 nanometre büyüklüğünde (pardon küçüklüğünde mi demeliydim) organizmaların, onlara çarpan ışığı dağıtmasını ve “beyaz” görmemizi sağlamasını da hayal edelim... Süt dediğimizin içinde yararlı ve zararlı milyarlarca bakteri yaşar, çarpışır, birleşir, mutasyona uğrar, değişir...
Hayal edelim...
***
Bilim, elindeki araç gerecin yaratılmasının ve onları kullanma şekillerinin, bilimin bağımsızlaşıp özgürleşmesiyle bağıntılı olduğunun ayrımındadır. Büyük ölçüde bunlardan mahrum kalan toplumsal çoğunluk bu gelişmeleri, doğrudan doğruya sağlığına ya da yeni moda deyimle “yaşam kalitesine” yansıdığı oranda anlayabilir sanıyorum.
Sahici sanat nesneleri insanın hayalini, düş gücünü hödükleştiren, insanın alımlama etkinliğini iğdiş eden kutsal piyasa ilişkilerine karşı çıktıkça bilimle buluşabiliyor.
***
Tim Head yaptığı resme, “mutasyon” diyor. Bu hem endüstrinin canlılarda yarattığı değişimleri hem canlıyı bağıntılarıyla düşünmeyi ilham ediyor.
Bilim, mutasyonları anlamak için “sonsuz küçüğün” dünyasına girmeye çalışıyor. Örneğin Covid 19 salgınını yaratan ve yayan virüsün, şimdi hangi kılık kıyafetle geleceğini, insanın da bulunduğu bu dünyada hangi zekayla varlık göstereceğini anlamak için bilim elindekini avcundakini inceltip çoğaltmak zorunda olduğunu biliyor.
***
Benim sevgi değer dostum Ulus Baker, Gottfried Wilhelm Leibniz'den yola çıkarak: "Bakış açısı, öznede değil nesnelerin içerisindedir. Dünya bize göre konumlandığı için değil, biz dünyanın bakış açılarına yerleştiğimiz ölçüde özneleşiyoruz" diyordu. Dünyanın, evrendeki irili ufaklı varlıkların, coğrafyaların içerisinde bakış açıları var ve biz insanlar o bakış açılarını anladıkça özne (=etkin) hale geliyoruz.
Bu, bir bağırsağın, damarın içine giren gözün (kamera) ve bir fikrin, nesnenin ya da mekânın içine giren sanatsal etkinliğin bakış açılarını daha da geniş düşündürmez mi?
Aslında bilim, sanat ve politika bunu anlama ve tavır geliştirme, değiştirme etkinliği değil midir?