Küçük Beyoğlu tarihi: Güzel günlere ulaşmak adına bir hatırlatma yazısı

Beyoğlu, müziksiz çok kuru. Böyle olunca neşe de oralara pek uğramıyor. Başta söyledim, eski günleri geri getirmek mümkün. Önümüzdeki hafta, bunun için önemli bir fırsat verilecek bize. Bir süredir yaşadıklarımız, “seçim” denen şeyin artık işe yaramadığını düşündürüyor ama öyle değil. Bunun için yine elden geleni yapmamız gerekiyor.

Murat Meriç mmeric@gazeteduvar.com.tr

Henüz tespit için erken ama ben yine de söyleyeyim: 2019 güzel başladı. Düzenlenen konserler, haberi sızanlar, yapılan/yapılacak etkinlikler, şimdiden bir gündem oluşturdu. Çok zamandır görmek istediğimiz hareketler bunlar. Bir süredir durum dertliydi, ufaktan açılıyor gibi. Duyumlar, daha da artacağı yönünde –ki aralarında beni çok heyecanlandıran, yakında açıklanacak konser haberleri var. Şimdilik bunlar bende kalsın, şöyle bir cümle kurarak mevzuya uzanayım: Şimdilik güzel gidiyor, sonrası nasıl gidecek bilmiyoruz ama güzelleştirmek biraz da bizim elimizde.

10 Şubat’ta burada yayımlanan yazımda Çiçek Pasajı’nda düzenlenen bir etkinlikten söz etmiş, sonunda şunları söylemiştim: “Pasajdaki anason kokusunu şarkılarla dışarıya taşıralım, Çiçek Pasajı’nı, İstiklal Caddesi’ni, Beyoğlu’nu eski günlere döndürelim. Burada akla gelen, ‘yapabilir miyiz?’ sorusu olmamalı: ‘Yapacağız’ dersek yaparız.” Geçtiğimiz hafta, “Yeniden Çiçek Pasajı” başlıklı etkinliğin ikincisi düzenlendi ve Kalben, şarkılarıyla oraya gelenlere seslendi. Uzakta olduğum için katılamadım ama gördüğüm kadarıyla o da pek güzel geçmiş. Demek ki yapınca oluyor.

Şu anda okuduğunuz yazıyı yazmadan hemen önce bir arkadaşımla buluştum. Yolumuz yıllar önce Beyoğlu’nda kesişmişti. Ankara’dan her hafta geliyor, adı o dönem Gölge’ye dönüşen Jazz Stop’ta çalıyordum. Arkadaşım, mekânın barmeniydi. Sonrasında çok ilerledi, büyük ve şahane işlere imza attı, kariyerini büyüttü. Bu arada [zaman zaman uzak düşsek bile] ayrılmadık, temasımızı sürdürdük. Hatta “ailevi durumlar” sebebiyle daha da ilerlettik ama mevzu bu değil. Dün, bir aile buluşması sırasında eskileri andık: Jazz Stop’tan Mojo’ya, Hayal Kahvesi’nden Kemancı’ya, Cambaz’dan Yeni Melek’e uzandık. Ne kadar güzel günler gördüğümüzden söz ettik ve bugün bunları yaşayamıyor oluşumuza üzüldük.

Çok zaman oldu; Beyoğlu’nun çehresi çok değişti. Salah Birsel gibi “Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu” tadında bir yazı yazmayı isterdim ama bunu yapmayacağım. O eski ve şahane günleri yaşayamadım, ucundan yakaladım. Beyoğlu’na ayak bastığım, o coğrafyayı tanıdığım dönem, ‘80’li yılların karanlık ikliminin oradan uzaklaştığı, uzaklaştırıldığı yıllar. Müziğin merkezinin Beyoğlu olduğu yıllar. Aylin Aslım en Süt’lü hâliyle orada aklımızı alırken mor ve ötesi’nden Replikas’a “yeni” grupları Peyote’de dinliyor, sevdiğimiz Mad Madam’ın Mojo’da Duman’a dönüşmesine şahit oluyorduk. Meis’te Cem Karaca, Jazz Stop’ta Erkin Koray çalıyordu, Hayal Kahvesi’nde Bulutsuzluk Özlemi. Teoman’dan Mirkelam’a, Göksel’den (Ankaralı) Soul Stuff’a “genç”leri dinlemeye gittiğimiz mekânları saymıyorum bile…

Söz Mirkelam’a gelmişken onun bir şarkısını anayım: 2013 yılında yayımlanan “Denizin Arka Yüzü” başlıklı albümde karşımıza çıkan “Beyoğlu”. İstiklal Caddesi’nin yalnızlaşmaya başladığı dönemden kalma bir şarkı bu. Mirkelam, şarkısında, sevgilisine olan aşkını Beyoğlu’ndan haykırmayı planlıyor: “Arka odadaki o loş karanlık dolapta / Elbiselerin arkasında bir ıslak sokak / İnanması güç, sen de vardın orda / Beni çağırıyordun yaslanmış duvara // Tutuşup el ele, heyecanla her yere / Dönüp dolaşıp geldik bir kapıya kadar // Açtık kapıyı, içerde duygular / Söylemek geldi içimden, çıkıp sahneye // İstanbul Beyoğlu’nda şarkı söylerim ben sana sabaha kadar / İstanbul Beyoğlu’nda gözlerimdeki yaşlar dinene kadar…”

Beyoğlu, her dem müzikli eğlencenin kalbi. ‘70’li yıllarda etkin olan gazinoların yerini ‘80’li yıllarda türkü barlar, sonrasında rock barlar aldı; müzik dönüştü ama neyse ki susmadı. Athena’nın “Beyoğlu’nda gezersin / Gözlerini süzersin” diye başlayan şarkıyı söylediği dönemde Beyoğlu’nun her yerinden (yukarıda bir kısmını andığım) şarkıcılar ve grupların sesi yükseliyordu. Bugün bu mekânların çoğu kapandı ama buna rağmen İstiklal Caddesi boyu yürüdüğünüzde ya da ara sokaklara girdiğinizde sessiz/müziksiz bir yer bulmak mümkün değil. Bir kirlilik var, doğru. Tam da bunu düzeltmek için müdahale etmek gerekiyor.

Salah Birsel’den dem vurdum, anlattığı dönemlere dair birkaç kelam edeyim. İstanbul’da Batılılaşmanın Beyoğlu’ndan doğru başladığını söylemek yanlış olmayacak. O kadar ki, adı “meyhane” olan mekânlar bu semte çok geç girmiş. Osmanlı’nın son deminde, biraz da sefirlerin bu semti mesken tutması sebebiyle art arda açılan birahanelerle karşılaşıyoruz -ki bunlar arasında en ünlüsü, 1897’de Türkiye’nin ilk sinema gösterisinin de yapıldığı Sponeck Birahanesi. Yanlarında tek tük şarapçılar var. Şüphesiz adları birahane olan mekânlarda tüketilen içki birayla sınırlı ama arada adı birahane olan meyhanelere de rastlıyoruz. Bunlardan biri, Anadolu Hanı’nın altında bulunan Anadolu Birahanesi: Adı birahane, içilense ekseriyetle rakı.

Kadınlı-erkekli eğlencenin hüküm sürdüğü barlar, birahanelerin alternatifi. Rakının pek giremediği mekânlar bunlar. Beyoğlu, esasen (bilhassa cumhuriyet sonrasında yaygınlaşan) alafranga eğlencenin merkezi. İstanbul’un ilk “dansing”li barı 1880’de açılan Tepebaşı Gazinosu içinde 1911’de hizmete giren Gardenbar. Dönemin ünlü revü yıldızlarını getiren bu bar, (“Gardenbar Geceleri”nin de yazarı) Fikret Adil’in deyimiyle “varyetenin dorukta olduğu” mekân. Daha ziyade bira ve şarap tüketiliyor, içkiler ayakta içiliyor. İlerleyen yıllarda, kimi mekân sahiplerinin büyük direnişine rağmen rakı barlara giriyor, buna kimse engel olamıyor.

Birahanelerin ve barların Beyoğlu’ndaki saltanatı cumhuriyetin ilanıyla sonlanıyor ve kapanan mekânların yerine art arda meyhaneler açılıyor. Bunda en büyük pay, Beyoğlu civarını mesken tutan yabancı elçiliklerin Ankara’ya taşınması. Batılılar gidince bira-şarap müşterisi azalıyor, bir anlamda fabrika ayarlarına dönülüyor. Bu yolda iki büyük adım Degüstasyon ve Çiçek Pasajı.

Tarihte daha fazla kaybolmayayım, Mirkelam’a döneyim ve yolunu çilingirden geçirdiği bir şarkıya bağlayayım… 2006 tarihli albümü “Mutlu Olmak İstiyorum”da karşımıza çıkan “Vay Anasını Sayın Seyirciler”: “Yaptım bir ev ayın üstüne / Adını ‘benimkinin yeri’ koydum / Biraz rakı biraz da neşe / Bitiremedim bu ayı gece / Nerede oğlum bizim meze?”

Rakı bahane, neşe şahane. Meze, ikisini de besleyen unsur. Müzik derseniz, olmazsa olmaz. Beyoğlu, müziksiz çok kuru. Böyle olunca neşe de oralara pek uğramıyor. Başta söyledim, eski günleri geri getirmek mümkün. Önümüzdeki hafta, bunun için önemli bir fırsat verilecek bize. Bir süredir yaşadıklarımız, “seçim” denen şeyin artık işe yaramadığını düşündürüyor ama öyle değil. Bunun için yine elden geleni yapmamız gerekiyor. Beyoğlu’nda oy kullansaydım (CHP’ye rağmen) yönüm belliydi: Çok sevdiğim, ekseriyetle yan yana durduğum, yaptıklarını heyecanla takip ettiğim Alper Taş. Elinden geleni yapacağına, sahiden orada harikalar yaratacağına eminim. Alırsa.

Kim bilir, güzel günler belki de sahiden yakındır…

Tüm yazılarını göster