“Dostum, bu zamanda güçlü olacaksın” dedi, kendini hep 'iş
adamı' olarak takdim eden arkadaşım. Orta halli bir kafede
karşılıklı dertleşiyorduk. O daha önemli biri olduğu için, derdini
anlatan genelde oydu. Biz; toplamda 'bir virgül bilmem kaç ama bire
yakın' önemde iki arkadaştık.
Bana sitemini gizlemeyecek kadar samimiydi. Kendisini
anlayamadığımı söylerken, “vizyonun yok” demeyi seçiyor,
“çapsızsın” diyemiyordu. Oysaki ‘çapsız’ daha samimiydi. ‘Sanat
sepet’ kafamın anlayamayacağı ‘biznız’ durumlardı onunki.
Kaçıncısıydı bilemediğim çaydan sonra gevşeyip rahatladım. Otel
lobisinde viskisini yudumlayan iş çevresinden arkadaş
havalarındaydım. İnce belli bardağımı, normalimden daha kararlı bir
hamleyle pijama desenli çay tabağına koydum ve geriye yaslandım.
“Bırak konuşsun, sen de kafa salla” diyordu içimdeki pozisyoncu
ses. İş adamı değil miydi nihayetinde? Kapılar açabilirdi makûs
talihime.
“Aynen abi, kesinlikle, on numara tespit, bu memleket seni
anlamadı, yanarım yanarım ona yanarım!” deseydim, beynim bulaşık
teline dönmeyecekti.
İçimden gelen sesin teklif ve fırsat kırması yanını hesap ettim.
Sesin, bünyemden apardığı cesaretten rahatsız oldum. Ruhumu
cırmalayan iç sesimi, daha dinlemeden yok edersem, kendime faşo
olurum diye düşündüm. İç barışıma ve bütünlüğüme tehdit unsuru ya
da kasıt görürsem o zaman yok ederim, işleyen sistemimle de gurur
duyarım dedim.
Nihayet, tiksinç bularak kıstım pozisyoncu sesi. Daha sonra, bu
tür hesaplaşmaların beni yorduğunu ve tam bu sebepten ‘biznız’
cevvaliyetinde olmadığımı bile düşündüm.
Kendime, arkadaşımın niye böyle güç manyağı olduğunu sorup
patinaj çekiyordum. Belki de, çok okuduğunu söyleyip durduğu
Nietzsche bozdu oğlanı? Kaç kere dedim; “Lan fazla bulaşma buna,
yarın bugün aforizma manyağı olursun, güç falan iyi de, doz aşımı
deyip geçme” dedim, dinlemedi. Zaten ‘güçsüz' adamları dinlemeye
pek meyyal değildi.
Anlattım... Örnekler verdim... Nietzsche’ye bile atıf yaptım...
Televizyondaki menkıbeci hocalardan öğrendiklerimi dahi denedim.
Fakat onun bıngıldağına bir türlü ulaşamadım.
Önü arkası daha kısa cümleler kurmaya başladık. Derdi somutlaştı
ve çayın tadı gitgide kekreye çaldı. Mekân çayları bozmuştu. “Esnaf
kalmamış” diye birbirimizi onayladık. Alelade türden bir derdi
vardı bizim ‘biznız’ın. “Lüzumsuz ciddiye almışım meğer” diye
canımı sıktım.
Kapmış virüsü, illa ki parayı bulacak. Hayır, bana niye
soruyorsun? “Fakirim oğlum ben!” dedim. Her şeye cevabı olan
gurular gibi bir hava mı verdim sana? Hem, kelin dermanı
olsa...
Utanmamız gerektiğini ima eden hareketler yapmaya çalıştım.
Sinirimden, elimdeki ince belliyi kırabilirdim. “Vizyonsuzsun” dedi
yine. Garson sağlığımıza kastetmiş biçimde bizi çaylamaya devam
ediyordu. Bir keresinde; “ben almayayım” dediğimde, ‘burası söğüt
gölgesi değil’ anlamında surat yaptı.
Bir ara, “çalışmak” dedim. Bilinen türden çalışmaya ‘enayilik’
diyordu. Tabii daha süslü cümlelerle. İçinde; ‘proje’, ‘sunum
dosyası’, ‘istihdama katkı’, ‘nakit akışı’ gibi laflar geçmeyen
işleri, küçük insanın sıradan uğraşısı olarak görüyordu.
‘Vizyonumun yokluğundan’ emindik artık. Bir zaman sonra,
aramızdaki dostluk ipini de kendi ipi sayıp külliyen kopardı. İş
dünyasında duygulara yer yoktu. Görüşmedik.
İnşallah delinin taşı denk gelmiştir de parayı bulmuştur
Allah’ın ‘biznız’ı!