küçük İskender: Özgürlüğümüzle maskara olduğumuz bir noktadayız
küçük İskender'in doğumgünü bugün... küçük İskender yıllar öncesinden şöyle sesleniyor: Bizim gibi insanların sokağa çıkmaktan çok, ailesiyle, dostlarıyla kendi yapıtaşlarıyla mayısı bulundukları yere getirmeleri, orada mutlu olmaları gerek. Sokakla temas çok önemli ama eskisi kadar özgürlüğü ifade etmiyor. Belki özgürlük mücadelesini temsil edebilir. Ama artık salt özgürlükle ilgili olduğunu düşünmüyorum.
DUVAR - Bugün 28 Mayıs, küçük İskender’in doğum günü. Bugüne özel birçok etkinlik planlanmıştı, ama hepsi salgın günlerinde ertelendi. Toplanmak, kalabalıklar içinde birbirimizle temas uzun bir süre için imkansız görünüyor. Bu söyleşi bir bakıma bunun öngörüsünü de taşıyor. Yıllar önce, küçük İskender’in yeni çıkan Mayıs Giremez adlı şiir kitabı üzerine yaptığımız bu söyleşi, 2016 yılının Mayıs ayında Pulbiber Dergisi’nde yayınlanmıştı. O günleri, sokak ihtimalinin kaybolmaya başladığı bir dönem olarak görüyordu İskender ve söyleşide evlere kapanmaktan, hatta bize kafes olmuş odalardan ve bunun içine sıkışmış özgürlüklerden söz ediyordu. Aslında her şey birden bire olmadı. Dün zaten bugün yaşadıklarımızın ayak izlerini taşıyordu. Görmeyi tercih etmedik. küçük İskender, o günlerden bugünleri görenlerden. O yüzden hâlâ şiirleriyle, arkadaşlığıyla, söyledikleriyle bizimle. İyi ki doğdun arkadaşım. İyi ki hayatımızdan geçtin. Seni çok özledim.
Şimdilik acı kaybımız yok, acı kaybolmaz diyorsun kitabında. Bundan başlayalım.
Sözünü ettiğim acı, hepimizi kapsıyor. Sağcısıyla, solcusuyla, liberaliyle, muhafazakârıyla, ateistiyle hepimizi içine alan bir acıdan söz ediyorum. Bir acı varsa, o acı paylaşılmalı. Üstü örtülmemeli. Acıyla beslenip oradan yaratılacak bir dil peşinde değilim, ama öbür türlüsü de bir hafıza kaybı oluyor. Dayatılmış bir amneziye de karşıyım. Üst üste ve çok fazla acı yaşadık, bazen bellek kendini korumak için bunu yok ediyor. Ama bizim yaşadığımız coğrafya, acısından keyfine kadar, her şeyde zengin. Buradaki benliğin hiç kaybolmaması gerek.
Senin çizdiğin şey şu aslında: Bir masa var ve o masada artık kimse oturamıyor. Yukarıda saydığın her görüşten kesimin bir arada olamaması, aile bütünlüğünün bozulması anlamına geliyor. Aile dediğin de ülke, yanılıyor muyum?
İki ana ton varsa, anne baba gibi; aile dediğim şey de aslında bir ara tondur. Bizde ara ton yok. Ya evet ya hayır, ya kadın ya erkek, ya sağcı ya solcu… Aslında bütün o ara renkler bir aileyi oluşturuyor. Oraya bakabilmek, masayı o kadar zengin kurabilmek mesele. Belki de Edip Cansever’in “Masada masaymış” dediği şey bu. Yani herkes fili tutmaya çalışıyor. Biri bir ucundan tutuyor, diğeri diğer ucundan. Bırakıp file bakabilsek hepimiz, sürenin bittiğini göreceğiz. Aile dağılıyor.
Kumsalla sahilin arasındaki farktan söz ediyorsun. O farkı konuşalım. Kumsalı mı tercih edersin?
Evet, kumsalı tercih ediyorum. Rıhtım nasıl Attila İlhan’ınsa, bir bakıma sahil de oralarda doğup büyümüş insanların hakkıymış gibi geliyor bana. O kumsalda koşuşan çocuklar görmek istiyorum. Gözümün önüne İtalyan ve Fransız filmlerindeki görüntüler geliyor. Mayolu kadınlar, erkeklerin utangaç bir şekilde soyunmaları… Sonra birden savaş gemilerinin sahile yanaştığını, kapaklarını açtığını, askerlerin indiklerini görüyorum. Bunların hepsi bir rüyanın parçaları gibi. Aslında oradaki sahil ada duygusundan kaynaklanıyor. Bizim bir adamız vardı, orada mutluyduk; herkes akşam yemeğini yiyor, çocuklar bir tarafta koşuşuyor, kediler, köpekler… Ve sonra birileri geliyor, bizi mutsuz ediyor. Sadece insanları değil, ağaçları, kuşları, ormanı, kedileri bütün canlıları üzüyor. Ada dediğim biraz da dünyanın kendisi.
Bir yok oluşu resmediyorsun aslında. Sahip olduğumuz o güzel anıların, yaşayıp biriktirdiklerimizin elimizden kayması…
Bugünkü kuşakla konuştuğunuzda, onların zevkleri, beğenileri çerçevesinde bazı hatıralarınızı anlatmaktan kaçınırsınız. Mesela, yirmili yaşlarda sevdiğimiz şarkıyı bugünkü kuşağa dinletmek işkenceye dönüşebilir. Asıl konuşamamak ve paylaşamamak işkence. Benim bellekten kastım acılarımızı, ilk aşklarımızı, ilk utangaçlıklarımızı, arkadaşlarımızı, mahallemizi, hepsini unutmaya tekabül ediyor. Yeni kuşağa tüm bunları anlatamamak aslında benim anılarım demode oldu demek. Bu çok kötü. Öldürülen gençler, öldürülen rütbeli insanlar da var. Çünkü onların da yetiştireceği insanlar var yeryüzünde. Birbirimizi yemeden herkesi çıplak görmekten söz ediyorum. İnsan olmaktan söz ediyorum. Öldüğünde morgda kimsenin rütbesi olmuyor, çıplak yatıyorsun. Ölümün dili olsa konuşacak, ölümün ne olduğu hakkında. Ve mayıs niye giremez, onu anlatacak. Bizim sokağımıza, mahallemize mayıs uğrayamıyor. Bu üzerinde “Mayıs Giremez” yazan trafik levhasını kim koymuş sokağımıza? Bunu anlama çabası yaptığım şey.
Senin şiirlerinde en baştan beri sokak vardı. Ya da o kavram önemliydi. Bu şiirler geri çekilmenin şiirleri. Evet, sokak var ama eski anlamıyla yok. Doğa öne çıkıyor. Ve oda var. Ev bile değil, odaya sıkışma hali. Kendi içine kapanma da denilebilir buna. Hepimizin içine sıkıştığı o odadan bahsedelim…
Bütüne farklı açılardan bakan şiirler bunlar. Durum şiirleri de diyebiliriz. Mesela insan odaya kapandıysa, at da ahırda kapalı, onun da küçük penceresi var, o da oradan bakmaya çalışıyor. Doğasına aykırı bir şekilde yaşıyor. Bizim baktığımız odadaysa AVM’ler, binalar, her yerin asfaltlanması var. Bizi bir hayvanat bahçesinin içine koymuş gibiler. Özgürlüğümüzle maskara olduğumuz noktadayız. Birçok şair, yazar, ressam, sanatçı özgürlüğümüz için mücadele ediyoruz diyor ama herkes kafesindeki özgürlükten bahsediyor. Bize, o kafese dışarıdan birileri fıstık atıyor. Çapulcu diyor, gülüyor, alay ediyor, iki cop sallarız, vururuz mantığındalar. O cinnet anında kafesten mi çıkacağız? Kendi odamıza kapanıyoruz. Yapı taşımıza dönüyoruz. Kuşbakışı baktığındaysa, genel bir mutsuzluk görüyorsun işte. Kafes de bir tane değil, kafes kafes içinde. Oda oda içinde… Dayandığı yer merdiven. Yukarı mı çıkıyorsun, aşağıya mı iniyorsun? Hiç kimse kimin ne yöne gittiğini bilmiyor. Ortada trafik polisinin olmadığını düşün. Kavşaktayız. Kimi araba bulmuş gidiyor, kimi bisikletle, kimi koşarak, birbirine çarpa çarpa, ölen ölene… O an için hatırlıyoruz, sonra can havliyle unutuyoruz. Biz de bir yere gitmiyoruz. O çemberin içinde dönüyoruz.
Mayıs Giremez sokağa çıkamamanın yansıması. İçimizdeki korkuyu aşıp bir şekilde sokağa, hayata karışmak gerekmiyor mu?
Bizim gibi insanların sokağa çıkmaktan çok, ailesiyle, dostlarıyla kendi yapıtaşlarıyla mayısı bulundukları yere getirmeleri, orada mutlu olmaları gerek. Sokakla temas çok önemli ama eskisi kadar özgürlüğü ifade etmiyor. Belki özgürlük mücadelesini temsil edebilir. Ama artık salt özgürlükle ilgili olduğunu düşünmüyorum.
Ne zamandan beri?
2015’ten beri. Bu son olaylardan sonra. Sokağa çıktığın zaman yan yana yürüdüğün, dostun diyebileceğin insanların seni nerede yarım bırakacağını kestiremiyorsun. O yüzden o odalarda seni seyretmelerine izin vermeden kendimize bir yaşam alanı kurmak zorundayız. Özgürlüğü orada kurmak.
Yani iyice içe çekilerek yaşamak mı? Böyle bir çıkış mı? Kendimize ait alanları yaratabileceğimizi ben pek sanmıyorum.
Mümkün. Uyku ve uyanıklık saatlerini değiştirmek gerek. Bizim gibi düşünen insanlar, gece insanları olacak. Gündüzleri uyuyup gece yaşayacak. Birbirimizi gece ziyaret edeceğiz. Bilimkurgu romanları gibi. Gündüzler onların olsun, geceyi bize bıraksınlar. Bir nevi yeraltına çekilmek. Zaten yavaş yavaş böyle olmaya başladı. Yaşam alanlarımızı temas ettiğimiz saatlere göre ayarlamak gerek. Eko köyler gibi, poem köyleri, art köyleri oluşturmak gerek. Gençleri, çocukları oralarda yetiştirmek gerek. Onlarla temas etmemeleri için. Belli bir süre sonra belleksizlik olmasın diye, ders olması niyetine bu insanların (sadece Türkiye için değil, dünya için de geçerli) neler yaptıklarının gösterilmesi gerek. Ders olarak okutulacak bir şeyi, sokakta birebir yaşamak doğru bir şey değil.
Söylediklerin ilginç...
Belki bizim kuşağın çok şey gördüm geçirdim edası, bugünün çocuklarında sağlıksızlık yaratıyor. Üstelik red duygusu geliştiriyor. Görüyorum ergenleri, genç çocukları, siyasetle zerre kadar ilgileri yok. Onlarda bu durum empati ya da mücadele etme duygusu uyandırmıyor. Sadece hayatta kalma mücadelesi var. Politika sadece hayatta kalma mücadelesi değil, düşünceni, biraz da felsefeye, politikaya, dalavereye dayandırabilme sanatıdır. Çocuklardan hiçbiri bir militan, beyni yıkanmış bir partizan edasıyla konuşmuyorsa, yav nedir bu politika, diye düşünemiyor. Özgürlüğü, seks yapmak, birkaç kadeh içmek, biraz da sevdiği danssa, sinemaysa, onlarla ilgilenmek sanıyor. Özgürlüğün bu olmadığını bizim onlara anlatmamız gerek. İktidarda olanlar bizim savunduğumuz kavramların sözlük anlamlarını da değiştiriyorlar. Asıl tehlike o işte.
Şiirlerinde sıklıkla karşılaştığım belli imgeler var: Kemik, beden, göz, çukur, ağaç, sonbahar, delik… Özellikle beden çok fazla. Buradan ağaç ve gövdesi ilişkisi de kurulabilir, bedenin yaşlanması mevzusu da çıkabilir. Kemik, omurga, dik durmaya da göndermesi olan bir şey. Üzerine konuşsak mı?
Bunların hepsini kısa bir cümleyle özetleyeyim: Uzun zamandır şamanizmle ilgileniyorum. Ağaç ve gövde ilişkisini burada görebilirsin. Semavi dinlerle ilgilenmediğimi de söylemek isterim. Eşyalarımın temsil ettiği şeyleri severim. Bir şaman bakışıyla değerlendiriyorum.
Gökyüzü de sanırım buna gönderme. Su da…
Evet, şamanizmle bağlantısı var. Şimdi uyku üzerine de çok düşünüyorum. Bu yaştan sonra şaman olacak halim yok. Yola çıkma meselesi var şiirlerde, yaşarken kat ettiğimiz yolu da işaret ediyor. Yaşamdaki yolculuğumuzu da. O yüzden doğaya ait şeylerle daha sıcak bir ilişkiye geçtiğimi söyleyebilirim. Doğada yaşayamayacağımı biliyorum, şehrin hayhuyunu seviyorum. Şehrin içine dağılmış olan ve bana şamanik gelen ipuçlarını korumaya çalışıyorum. Kediler, ağaçlar üzerinden kurmaya çalışıyorum. Tüm bunlar büyük bir gövde. O gövdenin çekirdeği de senin omurga dediğin, kemik dediğin şey. Sen nesin, diyebileceğimiz şeyi temsil ediyor kemik. Çünkü o kişinin dik duruşunu da sağlıyor. Ölüp gitse bile uzun süre doğada kemik yok olmuyor. Doğru bir şey kemiğin olması. Gövde, belki o kemiği saklamak için var oluyor. Yalanlarımız, zaaflarımız da birer kemik olabilir.
Bir çoğumuzda eskisinden daha fazla doğayla bütünleşme, ağaca sarılma arzusu gelişti. Yaşlanıyor muyuz İskender? Bunlar yaşlanma belirtisi.
Evet, yaşlanıyoruz. Hepimiz sonunda ata sarılıp ağlayacağız Nietzsche gibi. Sarılıp ağlayacağımız atı arıyoruz. Ama bizim ne yazık ki attan çok ölümüz var. Ölülerimize sarılıp ağlayan anneler, babalar, kardeşler var. Ölen çocukların arkasında kalan, tamamlanmamış hayatlarındaki sevgiyi düşünüyorum. Birlikte kurulan umutlar da gidiyor. Yani biz atımızı arıyoruz, ya sarılacağız o ata, ya da atlayıp gideceğiz.
Meselemiz kadar mı hürüz?
Ölmek arzusu, bu uğurda dans etmek, eğlenebilmek arzusu meselenle koşut. Ben o zaman hürüm çünkü. Beni ben yapan meselemle barışıksam, onunla mücadele edebiliyorsam, kendimi iyi hissederim. Meselem dediğim şey, hepimizin meselelerinin toplamı.
“Cenaze Nedeniyle Kapalıyız” şiirinden söz etsek… Bir özeleştiri var bu şiirde.
Çok eğlenerek yazdım. Evet, bir özeleştiri var. Dönüp kendime baktım, hatalarıma. Bazen iyi bir şey yapayım derken, kötü şeyler yapıyoruz. O şiirde de gençlere karşı davranışlarımızı sorgulama var. Gezi’den sonra düşündüğüm şeyler bunlar. Biz sahiden onları dinlerken “hıhı” deyip kafa sallayarak mı dinledik, yoksa hakikaten önemseyerek mi dinledik, asıl acısı, acıyarak mı dinledik? Biz yoldayız, yolcuyuz diyoruz ya, aslında içi geçip istasyonlarda trenleri kaçıran yolculardan mıyız, diyorum. Bir sürü şair dostum, sen ve diğerleri pek mesafe kaydetmedik. Kimseye karşı bir suçumuz yok, kendimize karşı suçumuz var. Yoksa güzel şiirler yazdık, romanlar yazdık. Bir dolu sanat eseri verildi ama birey olarak aslında şairlerde bu sorun var. Daha doğrusu şairler bu konuma geldi. Güzel konuşuyorlar ama boş konuşuyorlar gözüyle bakılıyor. Biz çok konuştuk. Eylem eksikliği var. Son elli yıldır şairler sadece yazdı.
Yazdıkları belki de bir baskı unsuru oluşturmadı. Sanırım biraz kıpırdanma var son dönemlerde. Gezi’den sonra şiire daha çok ihtiyaç duyuldu. Ama geçmişte yazılmış şiirlere daha çok sahip çıkıldı sanki.
Eskiden bizim kuşağımız, altmışlı yıllarda doğanlar, bir porno CD bulalım da seyredelim diye uğraşırdık. Sonra internet çıktı ve pornoda şöyle bir şey gelişti; herkes kendi pornosunu kendi çekiyor havası oluşturuldu. Şiirde de öyle bir şey var. Eskiden, şairler var diye şair olmaya çalışırdık. Sonra yavaş yavaş kitaplar çoğaldı. Şimdi herkes kendi şiirini kendi yazıyor. Duvara yazılan şiirler şair arayışından çok şiir arayışı bence. Ben de şair değilim ve şaire de ihtiyacım yok, diyor. Onu da bir otorite olarak görüyor belki. Yani bu şekilde de okuma yapmamız gerek. Gezi sürecinde şairden çok şiirin de içerdiği bir dil, bir özgürlük edimi şarttı, insanlar hayatlarında yararlanabilecekleri dürüstlüğü, ortak algıyı aradı. Gezi’den sonra şiire, şaire değil, azaltılan hakikate sahip çıkıldı diye düşünüyorum.