Hans Fallada’nın, Küçük Adam Ne oldu Sana sorusuyla kurduğu roman, bugün Türkiye’nin sıkışıp kaldığı yerdeki koşullarına benzeyen bir manzarayı resmediyordu. Almanya oradan Nazi iktidarına ve kendisiyle sınırlı kalmayan çok daha büyük bir yıkıma sürüklendi. Türkiye, kendi özgün koşullarında, başta ‘küçük’ kadınların, işçi kadınlarınki olmak üzere, tüm ezilenlerinin direnç üretme potansiyeliyle çözülebilecek bir tıkanıklık yaşıyor.
Hans Fallada’nın Küçük Adam Ne oldu Sana romanı, önce kaybedilmiş savaşın, sonra 1929’da zirveyi gören ‘Büyük Buhran’ın yıkıcı darbeleriyle; iktisadi, sosyal ve siyasi olarak derin bir kriz ve bölünmüşlük içinde debelenen Almanya’daki ‘küçük insanların’ hikâyesini anlatır. İşsiz genç Johannes Pinneberg, Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin tutkulu militanı bir işçinin kızıyla sevgilidir ve hikâye genç kadının hamile olduğunun anlaşılmasıyla başlar. Pinnerberg’in ‘Kuzucuk’u, derin bir yoksullukla siyasal bölünmüşlüğün fırtınasıyla gerilmiş bir işçi evinde yaşamaktadır. Sosyal demokrat babayla komünist ağabeyin tartışmaları, çoğu kez patates haşlamaktan başka çare üretemeyen annenin sinir atakları arasından aldığı Kuzucuk’la üç kişilik yeni bir hayat kurmak için maceraya atılacaktır. Sözcüğün gerçek anlamıyla hiçbir şeye sahip olmadan…
Fallada, kendisi de bizzat içinden geldiği işçi sınıfını merkeze koyarak, Alman halkının Nazi iktidarından hemen önceki bölünmüş ve çaresiz sürüklenişini son derece sade ve berrak bir dille anlatır. Pinneberg çifti, haksız kazançların, yolsuzlukların, vahşi emek sömürüsünün, çeteleşmenin ortasında, her geçen gün biraz daha ümitsizliğe kapılarak ama teslim olmayarak çekirdek ailesini ayakta tutmaya çalışır. Pinneberg, emekçilerin de birbiriyle paradoksal bir rekabete ve sonunda hep kaybetmeye zorlandığı işyerlerinde tutunmaya çalışırken, örneğin bir giyim mağazasında tezgahtarken, çıkarcı küçük burjuvaziyle Alman egemen sınıflarının el ele beslediği Nazilerin dalga dalga yükselişine de bilinçsizce tanıklık etmektedir. Seçimde oyunu Nazilere mi yoksa komünistlere mi verse bilememektedir örneğin. Küçük Adam Ne Oldu Sana, büyük iktisadi ve siyasi krizlerin, faşist rejimler için nasıl kaygan bir piste dönüşebildiğini büyük ustalıkla anlatır.
Türkiye bir süredir çok derin etkilerini yaşadığı ekonomik krizin yanında sosyal ve siyasal bir bölünmüşlüğün de cenderesinde. Başta emekçiler olmak üzere toplumun tüm kesimleri, gerçekte hiçbir egemen siyasal odağın teslim etmediği kendi çıkarlarının uzağında; din, şovenizm, ‘yaşam tarzı’ gibi başlıklar altında istiflenen gerilimlere adapte ediliyor. Bu esnada da ekonomik koşullar, çalışma yaşamı, hukuk sistemi, kurumlar, hatta sporu bile içine alan bir çöküş ve dönüşüm, siyasal iktidarı elinde tutanların –şimdilik– lehine olacak şekilde derinleşiyor. Giderek, cebren kurulmakta olan yeni rejimin bir uzantısına dönüşmekte olan burjuva muhalefet de bu çöküşü, anlamsız bir ‘uzlaşma’ ve yıkıcı bir ‘sağcılaşma’ ile karşılamaya çalışıyor. Bu koşullarda, ekonomik krizin ve onun dolaysız sonucu olarak gıda fiyatlarındaki görülmemiş pahalılaşmanın son derece net bir resmi olmasına rağmen, tanzim satış kuyrukları bile, iktidarın ‘çözüm iradesi’ni temsil eden bir illüzyona dönüştürülebiliyor –hiç değilse bazı kesimler için.
Oysa derin ekonomik sorunlar, işsizlik ve pahalılık; yargının artık tam anlamıyla bir tek adam yönetimi sopasına dönüştürülmesi ve en basit hukuki normların bile terk edilmesi; toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin her gün daha ağır sonuçlar üretecek şekilde rejimin bir etkinlik alanına dönüşmesi, kadınlara ve çocuklara yönelik her türlü şiddet, saldırı ve eşitsizlik; Kürt halkına yönelik eylem ve söylemlerin neredeyse ‘kart kurt’ zamanlarındakilere varması toplumun gerçek sorunları olarak irin akıtıyor.
Emekçiler, Kürt halkı ve emekçileri ile kadınlar; iktidarın bugünkü ve eski sahipleri arasındaki, klikler arası geçişkenliği bol bir gerilimle kurulan egemen siyaset alanına müdahale ederek tüm toplumun lehine olacak bir dönüşümü sağlayabilecek gerçek bir muhalefet mecrasının en önemli aktörleri olarak görünüyor bu tabloda. Zaten güncel sorunların en sivri uçları da onlara batıyor.
Emek Partisi’nin, “Krize, Eşitsizliğe ve Şiddete Karşı Gücümüz Birliğimiz” başlığıyla yayınladığı ve ülkenin pek çok noktasındaki kadın işçilerle yüz yüze yapılan görüşmelerden derlenen rapor, bu tabloyu ve kadın emekçilerin sadece yaşadıkları katmerli zorluklarla değil, dönüştürücü güçleriyle de ne kadar önemli olduğunu gösteren bir belge oluşturuyor.
İstanbul, Kocaeli, Çorlu, Antep gibi işçi havzalarının yanı sıra ülkenin dört bir yanında hizmet ve tarım sektörlerinde çalışan kadınları da kapsayan görüşmeler; ekonomik sıkıntıları ‘hane içinde’ her yönüyle en yoğun olarak yaşayan kadınların, krizi finans piyasalarının kavramlarıyla değil; hayat pahalılığı, geçim sıkıntısı, işsizlik, daha kötü çalışma koşulları, artan şiddet ve mutsuzluk olarak tarif ettiğini gösteriyor öncelikle.
Kocaeli’nden 19 yaşında bir tekstil işçisi, dolar kurunun sadece bir finansal enstrüman olarak değil, dışa bağımlı bir ekonominin kendi üretici güçlerini tasfiye etmesiyle illiyet bağını kuruyor kolaylıkla: “İçeride olan fabrikaları kapatıp dışarıya bağlandık bu yüzden de dolar yükseldiğinde kriz oldu ülkede.”
Kriz derin bir işsizlik sıkıntısına yol açıyor ama kimi işyerlerinde bir ‘fırsata’ dönüştürülerek üretimin hızlandırılmasının gerekçesine dönüştüğüne tanık oluyoruz. Kimisi kriz koşullarının daha da ucuzlattığı emekle ürün stokluyor; kimisi çalışma koşullarındaki gözetim, zorbalık ve aşağılamayı artırarak faturayı yine emeğe kesiyor. 31 ülkede 181 mağaza, Türkiye’deyse 76 ilde 500’e yakın mağazası olan ‘yerli ve milli’ bir tekstil firmasının İstanbul’daki mağazasında çalışan bir kadın şunları anlatıyor:
“Bu dönemde işten çıkarmalar olmadı. (...) Mağazaların hedeflerini yüksek tutarak hakkımız olan primi bu dönemde elimizden alıyorlar. Aylık satış hedefleri oluyor 5 trilyon. Gizli müşteri kriterini artırdılar.”
Patronların emek üzerindeki zorba denetiminin kontrolden çıkması; ‘performans kriterleri’, ‘müşteri memnuniyet anketleri’, ‘gizli müşteri denetimleri’, ‘tutanak tutma’, ‘kamerayla izleme’ gibi yöntemlerle zuhur ediyor. Bu esnada kadınların maruz kaldığı mobbing, taciz ve ayrımcılık da artıyor.
Bir işçi kadın, “Sebilden su içti diye tutanak tutulan arkadaşlarımız var. Su içmek insani bir ihtiyaç olmasına rağmen ‘çalışırken su içip kaytarıyorsun’ diye tutanak tutuluyor” diye anlatıyor olayın geldiği boyutları.
Özel bir hastanenin hasta kabul bölümünde çalışan 26 yaşındaki bir kadın şunları anlatıyor:
“Ekonomik krizle birlikte gelen hasta sayısı azaldı, bu yüzden de gelen hastayı kaçırmamamız için üzerimizde baskı var. Kısıtlamalar arttı, mesela daha önce hastaların oturduğu banklarda oturabiliyorduk artık buna izin verilmiyor. Ayakta beklememiz isteniyor.”
Kayıtdışı çalışma daha da yaygınlaşıyor ve böyle çalışanlara, örneğin asgari ücret zammı yansıtılmıyor.
İşsiz kalan adamlar eşlerine kriz zorbalığı yapıyor: “Bana ‘yeter benim çalıştığım, biraz da siz çalışın ben yiyeyim’ diyor. O çalışmış da ben oturmuş muyum sanki?”
Özellikle konfeksiyon atölyelerinde çok rastlanan çocuk işçilerin arasına, asgari ücretin altına çalışmaya razı edilmiş 50 yaş üzeri kadın işçiler katılıyor.
Tablonun ne kadar ağır olduğunu çok sayıda örnekle gösteren rapordan seçilmiş birkaç detay burada aktarılanlar.
Ama bu vahşi emek sömürüsünün panzehiri, üstelik Türkiye’nin içinde bulunduğu sıkışmışlıktan çıkışın da işaretleri aynı yerde. Bir direnişte yer almış, işçiler, ekonomik sorunlar ile siyaset, patronlar ile hükümet arasındaki bağı kurma konusunda bir sıçrama yaşıyor. Aydın’da sendikalaştıkları için işten atılan ve halen direnişte olan gıda işçilerinden biri şöyle söylüyor örneğin:
“Krizin nedeni ülkenin güzel yönetilmemesi, sadece işverenin çıkarlarının düşünülmesi, her şeyin ithal olması, üreticiye imkan sağlanmaması, üretimin engellenmesi, devletin kendi cebini düşünmesi, halkı düşünmemesi, çıkarcı bir ekonomi yürütülmesi, savaş politikaları vs...”
Hans Fallada’nın Küçük Adam Ne oldu Sana sorusuyla kurduğu roman, bugün Türkiye’nin sıkışıp kaldığı yerdeki koşullarına benzeyen bir manzarayı resmediyordu. Almanya oradan Nazi iktidarına ve kendisiyle sınırlı kalmayan çok daha büyük bir yıkıma sürüklendi. Türkiye, kendi özgün koşullarında, başta ‘küçük’ kadınların, işçi kadınlarınki olmak üzere, tüm ezilenlerinin direnç üretme potansiyeline gereksinen bir tıkanıklık yaşıyor.
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü kutlu olsun. Bizde ve her yerde…