Popülizm ve demokrasi üzerine bir yazıya hazırlık yapmıştım ama ABD Başkanı Trump’ın Kudüs açıklaması ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Atina ziyaretini pas geçersem Ali Topuz büyüğüm kulağımı çeker korkusuyla bu pazar da diplomasi muhabirliğine devam ediyorum. Serde ıskartaya çıkmış hariciyecilik var malum. Esasen bir bakıma bu yazı da “popülizmin diplomasisi” üzerine.
Önce özetler: 1948’de kurulan İsrail, 1949’da Batı Kudüs’ü ele geçirdi ve tüm Kudüs’ü başkenti ilan etti. İsrail 1967’de “altı gün” savaştı, yine kazandı ve Doğu Kudüs’ü de aldı. 1980’de ise meclisinden (“Knesset”) geçirdiği yasayla bu defa “ilhak ettim” demeden Kudüs’ün tamamını fiilen ilhak ve başkent ilan etti. ABD Kongresi 1995’te çıkardığı (374-37 ve 93-5) yasayla kendi büyükelçiliğini Tel Aviv’den Kudüs’e taşıma kararı aldı. ABD Senatosu aynı kararı 2017 Haziran ayında teyiden tekrar (90-0) kabul etti.
Trump ABD Başkanlık seçimlerini 2016 Kasım ayında kazandı. ABD Büyükelçiliğini taşıma kararı usulen önüne ilk geldiğinde, gönülsüzce uygulamadan altı ay feragat (“waiver”) etti. O arada damat Jared Kushner ve Uluslararası Müzakereler Özel Temsilcisi Jason Greenblatt ikilisi, İsrail-Filistin sorununa çözüm bulmak amacıyla bölge turlarına çıkmıştı. Ötesi, Mısır’da Suudi Arabistan (SA) desteğiyle duran Sisi, SA’da ABD desteğiyle ipleri eline alan Veliaht Prens Muhammet Bin Salman (MbS) vardı.
Kushner-Greenblatt ikilisinin çözüm planı “dışarıdan içeriye” (“outside-in”) yaklaşımına dayanıyor. Yani SA, Mısır ve İsrail’in tehdit algılarının örtüşmesinden bilistifade Filistin’e bir çözüm dayatmak. Trump da başkanlık kampanyasına 20 milyon ABD Doları katkı yapan “Kumarhaneler Kralı” Sheldon Alderson gibi Yahudi lobiciler ve Evanjelist Hristiyanlardan güç alıyor. Bizim MGK’nın “çöktürme” planı gibi, Kushner-Greenblatt önerisine de “boğuntuya getirmek” diyebiliriz belki.
Neticede, Büyükelçiliği Tel Aviv’den Kudüs’e taşımaktan bir altı ay daha feragat kararı mutaden ikinci kez Trump’ın önüne gelirken bölgedeki durum, içerideki baskı, kişisel mizaç ve alınacak kararın tasarlanan çözüm planını kolaylaştıracağı değerlendirmesi de üst üste oturdu. Trump da, ertelemeyi yine imzaladı (zaten lojistik açıdan Büyükelçiliğin taşınması iki yıl gibi bir süre gerektiriyor) ancak eşanlı olarak 1995’ten kalan yasayı da imzaladı.
Pekiyi, ne yapmak, nereye varmak istenilmekte? Doğrusu meslekteyken de masa başı ve çok taraflı değil de ayağı toprağa basan ve ikili diplomasi bana daha çekici gelirdi. Dolayısıyla, “BM kabul etmez”, “yok hükmündedir”, “uluslararası hukuka aykırıdır” gibi savlar pek bana hitap etmiyor. Hatırda tutmak gerekir ki kararı alan sıradan bir ülke değil, küresel güç ABD ve karar pek sevdiğimiz “milli iradeye” dayanıyor. Üstelik, Moskova’nın da perde gerisinde Filistinlileri müzakere masasına oturmaya teşvik ettiği anlaşılıyor.
Diğer bir deyişle, “çılgın ve/veya cahil Başkan Trump bir imza attı, dünya ayağa kalktı” anlatımı bence pek açıklayıcı olmuyor. ABD’li sözcülerce şimdilik batı ve doğu Kudüs’ü ayıran statükoya uyulacağı da dillendiliriliyor. Kushner-Greenblatt tarafından bölgedeki taraflarla bilistişare pişirilen ve Filistinlilerin boğazından aşağıya el birliğiyle bastırılmak istenilen planın ayrıntılarına ise vakıf değiliz. Kudüs, İsrail ve Filistin’in ortak başkenti olmadan, kalıcı barış nasıl sağlanacak?
Geçen yazımda MbS’nin Mahmut Abbas’la “ya iki ayda anlaşmaya var, ya istifa et” ültimatomuyla paylaştığı planın, medyaya sızdırılan bazı aşırı unsurlarına değinmiştim. Ancak SA, Trump’ın açıklamasına tepki olarak 1967 sınırlarına bağlı olduğunun altını çizdi. Dahası, Kudüs kararı, ABD İran’ı Ortadoğu’da yalıtmayı hedeflerken, İran ile bölge ülkelerinin yeniden ortaklaşacağı bir davaya can vermiş oldu. Buna karşılık, önce Arap Baharı sonra IŞİD yorgunu bölge ülkelerini bir uçtan diğerine kasıp kavuracak yeni bir kızılca kıyamet beklemek de bence abartılı.
Erdoğan ise Celal Bayar’ın 1952’deki Atina ziyaretinden bu yana ve Yunanistan’dan iade-i ziyaret olmamasına rağmen, komşuya giden ilk Cumhurbaşkanı oldu. Erdoğan, “Lozan’ı güncellemek” gibi bir söylem benimseyerek, söz konusu ziyarete tarihi bir içerik kazandırmaktan ziyade yine dönüp iç siyaset külhanına odun taşıyan bir halkla ilişkiler boyutunu yeğler izlenimi verdi. Öte yandan, AB tarafından yalnızlaştırıldığı savında da diplomatik bir gedik açtı. Özü sözü bir, halkçı lider imajını güçlendirdi.
Hassas diplomatik konulara popülist yaklaşımları Trump ve Erdoğan’ı bağdaştırıyor. Cumhurbaşkanı, Kanal İstanbul ile Montrö’yü tartışmaya açarken, Lozan’ın güncellenmesi gereğinden (hem de Atina’da) söz edebiliyor. Bu iki anlaşma cumhuriyetimizin kurucu senetlerinden sayılır. Bu yaklaşım, 2019 Başkanlık Seçimleri’nin bir yeniden kuruluş niteliği taşıyacağı önermesini de tamamlıyor. Ana muhalefetin Yunanistan’ın “adalarımızı işgal ettiği”, “Kıbrıs’ın satıldığı” vaveylası ise korkarım gayet cılız ve temelsiz kalıyor.
Velhasıl başa dönersek demokrasilerin popülizme ne çare üreteceğine dair tartışma orta yerde ve henüz açık uçlu olarak duruyor. “Ülkemiz bir bölgesel güç, ABD ise küresel güç; benzerlikler burada bitiyor” da denilebilecektir. Ancak, belirsizliklerin yakın geçmişte görülmedik biçimde arttığı, henüz haritası çizilmemiş denizlerde yol aldığımız da aşikar. Popülizmin yarattığı söz konusu sınamalara, münhasıran uluslararası belgelere dayanarak beylik yanıtlar vermek sanki ikna edici çözümler üretemiyor. Çok daha yaratıcı ve itibarı barışta arayan bir yeni aktivizme ihtiyaç artıyor.