Polatlar, güzel hikaye anlattılar. AKP’nin tüm mesele sandıkmışçasına anlattığına benzer illüzyonlarla dolu bir hikaye. Yani Polat ailesinin meselesi basit bir ilişkiler ağı değil, bu ağa ruh veren onu canlı kılan belirli bir sosyolojik yapının üzerinde doğaçlamalar. Külkedisi ile Yusuf’un post-modern hikayesinde şansın yerini, kaderin cilvesi/tecellisinin alması.
AKP devrinde pek çok tuhaflıkla karşılaştık.
Bu tuhaf tipolojilerin bazıları, Zekeriya El Kazvini’nin Acâyibü’l-Mahlûkāt ve Garâyibü’l-Mevcûdât’ının bile muhayyilesini zorlayan, fantastik varoluşlar, olaylar, düşünceler, insan tipleri ve bunların hikayeleriydi. Palu ailesi’nin alacakaranlık kuşağı, ‘şeriat elden gidiye’ dayıda mücessem politika, trollerin yönettiği iletişim ağları, Todex ya da Tosuncuk’ta somutlanan müteşebbislik ve bu teşebbüs şeklini degaje eden saatli ya da saatle çalışan bakanlar; tik-tok’tan raconlaşan yeni yetme mafyalar ve bunların ardını toplayan adliye fertleri ve bu hizmete ilişkin adliye tarifesi.
Bu tipolojiler içerisinde en ilginç olan ise, özellikle son zamanlar için düşündüğümüzde, Dilan-Engin Polat çiftinin temsil ettiği tipolojidir diyebiliriz. Görünürde bir kozmetik imparatorluğuna ilişkin imalat ve bayilik ağı, arka planda ise MASAK raporu ve emniyet yetkililerinin iddia ettiği biçimiyle, kara para aklamanın geleneksel ve dijital biçimlerinden oluşmuş bir finans sistemi.
Peki bu ağ nasıl çalıştı. Elbette öncelikle ilişkiler, sonra bu ilişkilerin bazılarını gizleyen, bazılarını öne çıkaran bir hikaye. Polat ailesi de bütün o sosyal medya performanslarıyla, tıpkı şarap parası için sinyal çeken delikanlı gibi ya da ‘yolda kaldım’ hikayesiyle yevmiye doğrultan dilenci gibi bize bir hikaye anlattı. Zaten herkes bir hikaye anlatır. Dahası, herkesin bir hikayesi ya da kendisini parçası haline getirmeye çalıştığı bir hikaye vardır. Ya da 'Deutschland über alles' ile 'Arbeit macht frei' arasında bir bakmışsınız, siz başka bir hikayenin parçası olmuşsunuz. Hülasa, hikaye önemlidir ama hayati olan, hikayeyi anlatabilmektir. Mesela, Sedat Peker’i sansasyonel kılan, anlattıkları kadar, anlatma biçimiydi. Ki Muhammed Yakut ya da Ali Yeşildağ’ın anlattıkları Peker’in anlattıklarından daha az sansasyonel olmamasına rağmen unutuldular bile. Herkes hikaye anlatıyor ama bazı hikayeler tutuyor, bazıları tutmuyor.
Yani iş biraz da meddahlıkta.
Ama açıkça söylemek gerekir ki, bu hikayecilerin çoğunun hikayesi hakikaten hikayeden bayat hatta çiğ, misal ‘yanmayan kefen’. Bunların çoğunun konuları konu haline getirmeleri, Adalar vapurunda seyyar satıcılık yapanların limon sıkacağı ya da salatalık soyacağına dikkat kesilmemizi sağlayacak kadar güçlü olmadığı gibi, anlatma biçimleri, satıcıların o basit aygıtları ilginç kılma biçimleri kadar bile dinlenesi değil, misal ‘layikçi kopekler’ hikayesinden ince hastalık bulan dönerci Hacı.
Polat ailesi ise hikaye ve hikayeyi hikaye etme bakımından müstesna idi. Her şeyden önce, en aşağıdan geldikleri için, insanların yüzyıllardır dinlemeye bayıldığı Kül Kedisi hikayesini, işportacı hikaye anlatma tekniği ve sosyal medya beğeni algoritmasını (elbette hissi kabl-el vuku) doğru deşifre ederek kendilerini önce büyük bir hikayenin parçası, sonra da oyun kurucusu haline getirmişler.
Polatlar, bir gecekondu muhitinde herkes gibi yağmurda ıslanıp, metroda balık istifi ter kokulu vagonlarda işlerine giderlerken, doğum/düğün fotoğrafçılığı üzerinden sosyete ve cemiyetin kimi önemli simaları ile tanışmışlar. Yani, kenardan gelen yetenekli ama feleğin sillesini yemiş aile fertleri, iş-bitirici, ellerini kirletmeye hazır yerli-milli nüve olarak, metal yorgunu mütedeyyin krem tabakaya barbar aşısı yapmışlar. Sonra güzellik merkezi, kozmetik üretimi derken ‘Devlet var Devlet’ modeli bir Breaking Bed doğaçlaması. Yeni muhite uyum sağlama, entegrasyon ve oryantasyonun ardından, bütün geçmiş deneyimleri muhafazakar mahalleye tahvil etme ve buradan da Kabe ile Miami’nin sıklıkla birbirlerinin yerine ikame edildikleri mütedeyyin baroğun burçlarına, flamacılık, bayraktarlık yapmaya.
Tam da AKP’nin kültürel hegemonya üretemedikçe kaymak tabakayı boklayıp, yerine ‘layikçi kopekler’ diye üfürenlerden imal edilmiş krem şantiyi basmasına benzer bir ikame. Ama burada ikameden daha fazlası var. Çünkü, bu şanti katmanının köpürmesi, ötekinin öfkelendirilmesi, yani Dilan Polat’ın harika şarkısındaki ismiyle ‘heytır’lık müessesesinin tetiklenmesi ile mümkün.
Yani, Polatların hikayesi başından sonuna değil, sonundan başına doğru gittiğimiz bir Külkedisi hikayesi, üvey anne ve üvey kardeşler yerini ‘heytırlar’ almış, üvey akrabalarının yerine, yüzlerine mütemadiyen tükürülen bu insanlara öfke duyuyoruz.
Polatların hikayesi yalnızca Külkedisi arketipinden ibaret değil. Buralar biraz da kısas-ı enbiya ya da siyer-i nebi partikülleri ile karamelize edilmiş gibi. Biraz Yusuf’un çilesi, biraz Yahya’nın yaraları, biraz sabreden dervişlerin çorbası, biraz çileyle şerbet olan ekşi koruk hikmetleri var. AKP’nin eli viskili boğaz manzaralı monşer kurumsallığına karşı, anlatmaya bayıldığı sadaka(t) hikayeleri… Böyle böyle, insan kazıklamanın kader, haksızlığa boyun eğmenin tevekkül, arsızlığın gelirinin de tecelli diye kakalanması.
Yani Polat ailesinin meselesi basit bir ilişkiler ağı değil, bu ağa ruh veren onu canlı kılan belirli bir sosyolojik yapının üzerinde doğaçlamalar. Külkedisi ile Yusuf’un post-modern hikayesinde şansın yerini, kaderin cilvesi/tecellisinin alması. Malum, Demirörenler aldığından beri, piyango bir ihtimal olmaktan çıktı ve şans eski cumhuriyetin bir duygusu. Bunun yerine şimdi baht var. Google’a yazdırılmış tasavvuf kitaplarından, ne çıkarsa bahtına kıssaları. Her türlü bahis sitesi, kripto para ve spekülatif sermaye biçimleri zamanın bahtı. Zamanın ruhuna uygun bir şekilde, burada formel bir kontrat yok, formel bir bilet yok çünkü baht var. Tam da AKP’nin sevdiği belirsizlik suları, doğru insanlarla karşılaşıp, yeterince iyilik yaparsanız günün birinde şirin babayı görebilirsiniz, sonra gelsin lüks arabalar, şatafat, heytırlar…
Bunun için formel alanların dışında, sadaka ekonomisinin içinde yardımseverliği köpürtmek, günün siyasi iklimine uygun dini temsiliyet ve söylemleri büyütmek ama hepsinden önemlisi, dindarlığı bir tür tevekkül gibi değil bir tür ahir zaman hedonizmi gibi yaşamak. AKP dünyevileşmesini, İslami barok ile süslemek, bedeni plastikleştirmek, plastiği bedenleştirmek dünyevi olanı dinselleştirip, dini olanı dünyevileştirmek…
Kendi hayatlarını bir tür Truman Show ya da Survivor adası setine dönüştürmüş bu insanların bize anlattığı hikayenin bir parçası da, hedonizm. Zaten insanları onlara karşı heytır çevriminde tutan şey de burası. Fakat buradaki hedonist aile, gene AKP’nin takdim ve takdir ettiği geleneksel Türk aile yapısına uygun bir aile. Polatların kayınvalideleri, kardeşleri (Sıla Doğu), iki çocukları ve 5-6 hizmetçileri ile tam bir aile yuvaları var. Mutluluğu başka yerde değil, ailenin içinde bir yerlerde arayan bir asr-ı saadet ailesi bu. Birbirlerine karşı bitmek bilmeyen sürprizleri onların bitmek bilmeyen aşkını tazeliyor. Milyon dolarlık jestlerle birbirlerine enerciii yolluyorlar. Ama tüm bunlar aile içinde oluyor. AKP’nin “Çocuklar Duymasın”dan bu yana konsolide edemediği acısıyla-tatlısıyla bir aile saadeti.
Kadın dişi, erkek maço, hali vakti yerinde ve şükretmeyi de biliyorlar(mış gibi) daha ne olsun.
Hülasa, Polatlar, güzel hikaye anlattılar. AKP’nin tüm mesele sandıkmışçasına anlattığına benzer illüzyonlarla dolu bir hikaye. AKP’nin sandığı bir illüzyon masası olarak kullanmasına benzer bir şekilde, kozmetiği ilişkiler ağını gizleyen bir maske olarak kullanan başarılı bir kurgu.
Ama insanlığın en büyük problemlerinden birisi, göstermek ve görünmek olmuştur hep. Bu yüzden, Rönesans sonrası modernizm bireyin adını ‘maske’den imal etti ve ona persona dedi, Antik dünya görünme, gösterme ve bakışla ilgili nazarlardan sakınma ile ilgili, kült, ritüel ve amuletlerle doludur. Dikkatli bakış olarak nazar, bu bakışın göz hakkı olarak nezir, yani kurban…
Dünya, bir sahne, gösteri, göstermek ve göstermemekle ilgili meseleler. Polatlar’ın bu sergileme performansı, işte bu gösterme meselesini görgüsüzlüğe dönüştürmeme, gösterileni nazara uğratmama ile ilgili bütün mitolojik hikayeleri, bütün dinsel kıssaları bir kenara bıraktı ve ne umre ihramı, ne de seccade onların gösterdiklerinin üzerini örtmeye yetmedi. Sindrella masalı bu sefer güzel bitmedi, kristal ayakkabılar sahipsiz kaldı, arabalar kabağa, atlar fareye dönüştü. Polatlar ve onların muadili olan fenomenlik kurumu, daha büyük bir hikayenin vitrinlerinin önünde, İçişleri Bakanlığı’nın yeni dönemdeki PR politikalarının sunağında kurban ediliyorlar.