Barış Bildirisi ilk yayınlandıktan sonra peş peşe gelen idari ve adli operasyonların daha başında, İstanbul polisi kapısı çaldığı kişilere tuhaf ifadelerden oluşan bir dizi soru sormuştu. Bu sorular, açılacak davaların niteliğini daha baştan belli eden, meselenin ceza hukuku ile uzaktan yakından ilgisi olmadığını ifşa ediyordu, daha 15 Temmuz gelmemiş, yani darbe girişimi olmamış, olağanüstü hal ilan edilmemiş, KHK yağmuru başlamamıştı.
İlk soru şuydu: "PKK sizce terör örgütü müdür?"
Ne soruluyordu? "Şüpheli"nin bir örgüt hakkındaki "görüş"leri. 1984’ten itibaren sadece polisin değil, siyasetçilerin, gazetecilerin, televizyoncuların, goygoycuların, çok bilmişlerin, nizamı alemcilerin, esafili şarkın, şiş taifesinin… hasılı herkesin çok sevdiği bir soru. Ezberlerin dışında bir şeyler söylemeye çalışan herkese parmak sallanarak yöneltilen bir soru, cevap veren bir türlü, vermeyen başka türlü cezalandırılıyor. Merhum insan hakları mücadelecisi Tahir Elçi örneğin, herkesin iyi bildiği gibi, bu soruya verdiği yanıttan ötürü ölümle biten eziyetli yolculuğuna çıkmıştı.
KÜÇÜK BİR ANAYASA HATIRLATMASI
Sorudaki tuhaflık, Anayasa'yı, bu kötü Anayasa'yı okumakla kendisini ortaya koyuyor, madde 25, "Düşünce ve kanaat hürriyeti" başlığıyla, şöyle diyor:
"Herkes düşünce kanaat hürriyetine sahiptir."
"Her ne sebep ve amaçla olursa olsun, düşünce kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz."
Ceza hukuku açısından o kadar açık bir mesele ki, üstünde konuşmaya değmez. Akademisyenlere İstanbul polisinin sorduğu bu ilk soru, açık, kasıtlı bir anayasa (ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi) ihlaliydi; üstelik din, vicdan, düşünce ve kanaat açıklamaya zorlamak, sadece Anayasa'nın soyut ihlali değildir, suçtur da.
Polisin yaptığı operasyon, yine açık bir anayasa hükmüne dayanan ifade özgürlüğünün kullanılmasına yönelik bir operasyondu:
"Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir."
Soruşturmanın tuhaflığı, sorularla operasyon arasındaki bariz çelişkiden kaynaklanıyordu: Soruşturmanın kendisi, düşünce özgürlüğünü “terör” sopasını göstererek men etmeye, susturmaya yönelikken, sorular “düşünce ve kanaat” açıklamaya zorluyordu. Soruşturmayla “sus” deniliyor, sorguya alınana “konuş deniliyordu. Totaliter yasakçılıkla engizisyoncu itiraf avcılığının daha güzel bir sentezi görülmüş müdür, bilemedim.
2016’DAN BİR KARAR
Aynı günlerde bir tuhaf karar çıktı. Çok tuhaf bir karar; önce “bilgi”nin ne olduğunu kendince tanımlayan, sonra “vicdani ret” savunucusu şüphelinin “bilgisiz” olduğu için mahkum olması gerektiğine hükmedilen bir karar. Uludere Asliye Ceza Mahkemesi’nden:
"Failin insanları vicdani redde davet ettiği bunun sebebinin de savaşların zararlı ve kötü olduğuna dayandırdığı, ancak fikir olarak ortaya koymuş olduğu iddia ettiği, bu eylemin ham bir bilgiden ibaret olduğu, ortadaki görmüş olduğu problem üzerinde fikir olarak değerlendirilebilecek nitelikte derinlemesine, bir araştırma ve okuma yapılmadan, ham bilgilere dayalı olarak ortaya konulan söylemlerin fikir ve düşünce olarak nitelendirilemeyeceği, bir fikir ve düşünceden bahsede bilmek için klasik manada tez antitez sentez üçlüsünü bir arada harmanlayarak üzerinde düşünülüp okumalar yapılıp sonuca ulaşılması gerektiği. Sanığın eyleminde ise yukarıda da bahsedildiği gibi vicdani Reddin ne olduğu ile alakalı bir bilgisinin var olduğu ancak mevcut orduyu ortadan kaldırdıktan sonra kamu güvenliğinin milli güvenliğin nasıl sağlanacağı konusunda hiç bir beyanatta bulunmadığı…"
(2015/141 Esas, 2016'/2 Karar)
Sanki hakimler, savcılar toplaşmış adam yargılamıyorlar da Hegel, Marx filan oturmuş diyalektik tartışıyorlardı. Yargıcın düşünce tarihi, düşünce biçimleri, düşünce metodları, felsefe, mantık vs hobisi olabilir, olsa ne güzel de olur, fakat neyin düşünce olduğu, neyin olmadığını hükme bağlaması, "düşünce"nin yargı otoritesi tarafından imhası anlamına gelir. Bu da, anayasadaki "düşünce" ve "kanaat" ayrımının hiçe sayılmasıdır.
2017 MAYIS AYINDAN BİR BEYANAT
Bu davalar “hukuk” davaları değil, ceza hukuku hiç değil. Bu davalar, “yerli ve milli” akademi kurma davaları esasen. Kültürel iktidar davaları.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, bu yılın mayıs ayında söylemişti:
“Medyadan sinemaya, bilim teknolojiden hukuka kadar pek çok alanda hala en etkin yerlerde ülkesine ve milletine yabancı zihniyetteki kişilerin, ekiplerin, hiziplerin bulunduğunu biliyorum.
14 yıldır kesintisiz iktidarız ama sosyal ve kültürel iktidar olma konusunda sıkıntılar var. İnsan yetiştirmek her şeyden önce inanç, adanmışlık, süreklilik gerektirir.”
Kültürel iktidarın “sıkıntı” olması iki anlama gelir: İlki, meşruiyet sıkıntısını ifade eder. İkincisi, iktidarın hayalindeki toplum tasavvurunu açıklar. Bu toplum, neyin düşünce olup olmadığını mahkemelerin belirlediği, fikir özgürlüğünün sadece iktidarın hoşuna giden şeyleri söyleme özgürlüğü olduğu, iktidarın kendini ve hedeflerini meşrulaştırmak için kullandığı tüm referansların herkes tarafından paylaşıldığı bir toplumdur. Bunu elde etmek için bir yandan itirafa zorlanmakta diğer yandan susmaya itilmektedir.
İKİ İSTANBUL MESELİ
“Kültürel iktidar” meselesi, hep sorundu. Fikir meselesi de beyan meselesi de. Çok eski iki meselle bağlayalım, sabrınıza sığınarak.
Sinan Paşa, 2. Mehmet’i kızdırmıştır. Sultan bu, kızgınlığına sebep mi gerekir? Sinan Paşa görevlerinden azledilir. Hapse atılır. Bu cezalar 2. Mehmet’i kesmez, günde 50 değnek (kırbaç diyen de var) vurulmasını emreder, şifadır diye. Şifa denilen, aslen “deli”lik tedavisidir. Niye “deli” sayılmıştır? Neyin cezasıdır? Kaynaklar, Sinan Paşa’nın Vefai tekkelerine girip çıktığını söyler. Osmanlı resmi inancının dışında bir inanç peşindeki insanların yeridir burası, bileceksiniz işte, Kızılbaşlığın kurucu babaları arasında kök isimdir tekkenin adını aldığı Ebul Vefa. İdeolojik uyuşmazlık Sinan Paşa’nın “deli”ler arasında sayılıp kırbaçlanmasına yol açar.
Fakat 2. Mehmet’in de beklemediği bir şey olur: Ulema, itiraz eder. İtiraz ciddidir. Eserlerini yakıp ülkeyi terk etmekle tehdit ederler koca Fatih’i. Sinan Paşa hapisten çıkarılır.
Gayrı adil, orantısız bir devlet uygulamasına itiraz edebilecek adalet anlayışı, o devletin ideolojik mihenk taşlarından olan ulema arasında bile vardır; kendi “kültürel iktidar”larına tehdit teşkil eden bir ulemaya her şeyin yapılabileceğine kani olmamışlardır. Sultan fermanı kanundur ama her kanun meşru olmayabilir.
Biraz daha eskiye gidelim, yine İstanbul’da kalarak.
Ayasofya’yı yaptıran Roma’nın kudretli imparatoru Justinianus, Platon’un akademisini Hıristiyanlıkla uyuşmaz bulur, kapatıverir. Okulun başındaki Damaskios’u kovar. Pagan felsefesi, Justinianus’un “yerli ve milli” Hıristiyanlığıyla uyuşmazdır. Kültürel iktidarda sıkıntı yaratır. Şamlı filozof da yanına alabildiği kitaplarını eşeğine yükleyip Pers ülkesine gider. İhraç edilmiştir. İhraç, Justinianus’un “kültürel iktidarı”nı pekiştirmenin yoludur.
Kanun Hükmünde Kararnameler ile yapılan ihraçlar da imza davaları da en fazla 2. Mehmet’in ya da Justinianus’un uygulamaları kadar hukuki ve meşrudur.
Barış İçin Akademisyenler İnisiyatifi davaları, düşüncenin ne olduğuna karar vermek isteyen, yani yurttaşların temyiz kudreti bulunduğunu kabul etmeyen; kamuda ve toplumda “ülkesine ve milletine yabancı” addedilen farklılıkların barınmasına karşı olan, homojen toplum hayalindeki otoriter/totaliter bir aklın iktidarını pekiştirme davalarıdır. Karar ne çıkarsa çıksın, sonuç “tarih”te yerini bambaşka biçimde alacaktır.