'Kültürel isyan zayıflığın göstergesidir'

Adeta ümitsizliğin bilimi olmuş bütün bir yirminci yüzyıl tarihçiliği içinde 94 yaşında hayata gözlerini yumana dek taptaze ümitlerle yaşamış olan değerli tarihçi Eric Hobsbawm, yüzyıllık kederli gerçeğin gözleminden süzülen bilgelikle “Kültürel isyan zayıflığın göstergesidir!” demişti.

Abone ol

Göksel Aymaz  gokselaymaz@hotmail.com

Ülke olarak demokratik muhalefetin zor olan işinin imkânsıza yakın bir güçlüğe doğru gerilediği “olağanüstü” bir dönemin içinden geçiyoruz. Yazmanın ve konuşmanın bir şeyleri değiştirmeye yaramayacağını düşünenlerin sayısı her geçen gün artıyor. Zira toplumun her bir yüzde ellisinin diğerinden nefret ettiği, fikirlerini, söylem ve bakış açılarını bunların temellendiği gerçeklikle birlikte kategorik olarak reddettiği koşullarda aksi yönde bir ümit, doğal olarak, gelişemiyor. Demokratik muhalefet elbette toplumun halihazırdaki demokrat unsurlarını zinde tutma işlevi görür ve bunun için de yapılır ama esasen antidemokratik iktidarın kitlesel tabanına yöneliktir, somut karşılığını bulabilmesi için onu etkilemesi elzemdir. Fakat muhalefet, sözünün karşı tarafa erişemediği bu koşullarda, iktidarı sarsıcı bir etkinliğe bürünemiyor. Sadece Türkiye için değil, benzer bütün “az gelişmiş” ya da “gelişmekte olan” ülkelere baktığımızda da maalesef demokratik muhalefetin otoriter iktidarları uzun boylu şaşkına çevirip sarsabildiğini pek söyleyemiyoruz. Bu ancak söylem düzeyinde, yani sanatta, kültürde, düşüncede, eleştiride, ama en çok da sanatta ve kültürde denenip bir ölçüde de başarılabiliyor. Tıpkı 19. yüzyılın sanat ve kültürü gibi, Fransa'da Baudelaire ve “Kötülük Çiçekleri”gibi, Rusya'da Gogol ve “Palto” (ve benzerleri) gibi yıkıcı estetiğe dair önemli deneyim ve başarıların bugün Üçüncü Dünya’ya, örneğin İran ve Türkiye sinemasına, örneğin Afgan edebiyatına ait olması bu bakımdan anlamlıdır. Kiarostami ve “Kirazın Tadı”, Nuri Bilge Ceylan ve “Uzak”, Halit Hüseyin ve “Uçurtma Avcısı”, Atiq Rahimi ve “Sabır Taşı” (ve benzerleri), tıpkı bir yüzyıl önceki Avrupalı muadilleri gibi, göz kamaştırıcı biçimde, modern hayatın ve onun her alanda belirleyici olan büyük etiğinin insanın yazgısını nasıl belirlediğini görmüş olmanın temsilcisidirler. Bu bakımdan, Üçüncü Dünya’da kültür, politik alan içinde demokratik muhalefetin otoriter siyaseti şaşkına çevirip sarsacak güce erişemediği koşullarda, kültürel alan içinde baskın eğilim olarak öne çıkmış demokratik bir kültürel muhalefet olarak özel bir önem kazanmıştır. Bu bir gerçek. Fakat hazin bir gerçek.

Kiarostami

FİLMLERİNİ DEMOKRATİK BİR ÜLKEDE Mİ ÇEKTİ?

Adeta ümitsizliğin bilimi olmuş bütün bir yirminci yüzyıl tarihçiliği içinde 94 yaşında hayata gözlerini yumana dek taptaze ümitlerle yaşamış olan değerli tarihçi Eric Hobsbawm, yüzyıllık kederli gerçeğin gözleminden süzülen bilgelikle “Kültürel isyan zayıflığın göstergesidir!” demişti. Bununla doğrudan burada bahsettiğimiz Üçüncü Dünya muhalefetindeki politik zayıflığa karşılık kültürel yetkinliği kastediyordu. Kültürel isyan, politik zayıflığın göstergesidir, doğru. Ama bu “Din, toplumun afyonudur” diyen Marx tipi bir doğruluk biçimidir. Yani: Evet, din toplumun afyonudur ama aynı zamanda, “Din, kalpsiz dünyanın kalbi, ruhsuz dünyanın ruhudur.” Dünya kalbe ve ruha kavuşana dek din kaçınılmazdır. Aynı şekilde, kitleler için politikanın öncelikli uyaran olabildiği koşullara erişene dek “kültürel isyan”, ümitlerimizin, düşlerimizin, ilkeler ve erdemlerimizin, kurmak istediğimiz dünyanın bir mahfazası olarak, kaçınılmazdır. Çünkü bu isyanın övgüye değer ürünleri, yalnızca hayatın büyük etiğinin insanın yazgısını nasıl belirlediğini görmüş olmakla kalmamış, aynı zamanda bireylerin bu yazgıyı anlayabilecek ve bir kez anladıktan sonra onunla mücadele edebilecek yetide olduğuna da inanmıştır ve bu yönüyle kitlelere kendilerini değiştiren hayatı değiştirmek için güç ve enerji de vermektedir. Kepaze bir şimdiki zamanın ortasında bile apaçık bir gelecek tahayyülü sunabilen kültürel isyan, bu nedenle, iktidarların kendi medyasına doldurduğu ruhsuz uzmanları, “dindar nesil” ve “muhafazakâr sanat” siparişiyle film çekip roman yazan kalpsiz sezgicileri karşısında doğal olarak politik bir misyon edinmiştir. Türkiye toplumunu ve özelde Türkiyeli sanatçı ve entelektüelleri besleyen toplumsal yaşayışın dindar görünümlü otoriter siyasetin eline düşmüş olması, bu gerçeği değiştirmiyor. Kiarostami demokratik laik bir ülkede mi çekti filmlerini? Ya da Halit Hüseyin, Atiq Rahimi böyle ülkelerde mi yazdılar romanlarını? Toplumsal hayat dönemden döneme değişir, ama her dönemde toplumsal hayatın bütün alanlarının birbiriyle eşzamanlı olarak değiştiği ve herhangi bir alanda, örneğin siyaset alanında gerçekleşen bir düşüşün diğer bütün alanlarda da, örneğin sanat ve kültür alanında da kesin bir düşüş olarak karşılık bulacağı anlayışı doğru değildir. Çünkü toplumda sınıflar vardır, farklı etnik kimlikler vardır, farklı dinler, mezhepler, farklı düşünceler ve ideolojiler ve bütün bunlara bağlı farklı duyarlıklar vardır. Bu çeşitlilik nedeniyle (politika gibi) kültür de bir mücadele alanıdır.

'KENDİ BAHÇEMİZİ YEŞİL TUTMA' EYLEMİ

Bundan böyle Gazete Duvar'da “kültür” odaklı yazılarda buluşacağız, bunca lafın sebebi de bu. Zayıflık veya değil, özgür, eşitlikçi, demokratik ve hümanist bir ülke adına “isyan”ımız kültürle olacak. Bu bazen toplumsal yaşamın herhangi bir alanındaki güncel bir konunun kültürel boyutuna bakmakla, bazen de doğrudan kültür dünyasının gündeminde olan herhangi bir şeyi ele almakla olacak. Eleştirinin moda eğilimleri karşısında önem arz ettiği için belirtmeliyim, toplumsal olanın kültürel açıklaması değil, kültürel olanın toplumsal açıklaması diyebileceğimiz türden yazılar olacak bunlar. Zaten kültür teorisi ve eleştirisi de başka türlü demokrasi mücadelesine katılamaz. Tabi kitleler nezdinde politikanın öncelikli uyaran olamaması gibi kültür eleştirisi de kesinlikle öncelikli bir uyaran değil ve o konuda yazılıp çizilenler de diğer tarafa erişmenin olanaklarından aynı derecede yoksun. Çatışma ve kamplaşma kültürünün uzun yıllar terbiyesinden geçmiş ülkemizin okur/izler kitlesini, mesela “Sözcü” gazetesi okurları ile “Sabah” ve “Star” gazetesinin arzuladığı okurlarını düşünelim! Böyle bir hedef kitle oluştuğunda sadece duymak istediğini duymaktan hoşlanır, buna meyillidir. Medya alanının hemen bütün mecraları da bu yüzden kitlesine sadece duymak istedikleri şeyi duyuran kapalı devre yayınlara dönüşmüştür adeta. Kabul etmek gerekir ki muhalif medya da bundan muaf değil. Gözünü kulağını sadece itikatına uygun olana çevirmiş ve başka her şeye kapatmış çoğunluk karşısında o da -tercihen değil fiilen- bir tek kendi hazır kıtasına yayın yapmış oluyor. Ama hazır kıtalar, yaşamları için bugün vazgeçilmez görünen medyalarını, yaşamlarında bir gün bir şey değiştiğinde, eski alışkanlıklarını bırakır gibi bırakabilirler. Bütün bunlara rağmen yazmak hiç de anlamsız değil. En kötü ihtimalle Voltaire'in Candide'te öğütlediği “kendi bahçemizi yeşil tutma” eylemidir bu. Uzayıp giden çöl ikliminde küçümsenecek şey de değil.

Diriliş: Ertuğrul

YETER Kİ HANGİ TOPRAĞA BASTIĞIMIZI BİLELİM

Bununla beraber, muhalif bir kültür eleştirisini önemli kılan asıl şey, onun kültürel hayata dair eleştirel bir gözlem, toplumsal gerçekliğe ilişkin eleştirel bir bilgi içermesidir. Üstelik bu bilgi, sadece otoriter rejimler değil, genel olarak modern toplum yaşayışının tamamı için kıymetli bir bilgidir. Çünkü otoriter rejimler, modern toplumların beklenmedik bir anında ve ancak olağanüstü hallerde ortaya çıkan bir durum değil, modern toplum yaşamının kendi oluşturucu öğelerinden kaynaklanan bir olgudur. Otoriter rejimlerin oluşumu ve topluma kendini kabul ettirebilmesi, modern toplumların kültür yaşamının kendi işleyişiyle mümkün olabilmektedir. Yabancılaşmaya dayalı bir toplumsal sistemin işlediği modern toplumlarda sıradan insanlar için hayatı yaşama ve gerçekliği algılama biçimleri de bu yabancılaşmaya göre belirlenir. Sıradan bireyler, gerçekliği eksiksiz ve yanlışsız algılama ve hayatı özgürce biçimlendirebilme olanaklarından uzaklaştırılmıştır. Bu tür olanaklardan uzaklaştırılmış modern toplum insanı, eti kemiğiyle otoriter rejimin kendisi henüz ortalıkta gözükmediği zamanlarda dahi, bu rejimin oluşturucu temellerini koruyan ve taşıyan bir hayatın içindedir. Bu bakımdan, mesela, TRT'nin “Diriliş: Ertuğrul” dizisindeki ideolojik propaganda üzerine düşünmek kadar, Türk sinemasındaki (trajik bir tarihin ortasında yaşanan) komedi filmleri patlamasına kafa yormak da (şayet bu düşünme ve kafa yorma eylemi, az önce belirttiğimiz moda eğilimler gibi “Bakın ben neyi gördüm!” diyerek kitlenin “sürü bilinci” karşısında kendi zekâsına vurgu yapan, böylelikle ayrıcalığın zevkine dönüşen bir “uzmanca bilme” olmayacaksa eğer), entelektüel bir fantezinin çok ötesinde bir şeydir. Böyle bir düşünme biçimi, bunların toplumsal koşulları üzerine, yani doğrudan toplumsal gerçekliğe ilişkin eleştirel bir bilgi türünü içerecektir. O toplumsal gerçeklik ki, mevcut olanın dışında başka türden politikaların olgunlaşıp gelişeceği zemindir. Nihayetinde bir toplumun tarihsel mirası, maddi dünyası ve altyapısından zorunlu olarak tek tip politika çıkmaz. Türkiye'nin kendi altyapısının olanak tanıdığı demokratik bir politika elbette vardır ve bir gün iktidar da olabilir. Toplumsallığı göz ardı etmemiş kültür eleştirisi de bu demokratik, eşitlikçi, özgürlükçü ve hümanist Türkiye'nin inşasına önemli yardımlarda bulunacaktır. Çünkü kültür eleştirisi de, tıpkı övgüye değer kültür ürünleri gibi, bireylere kendi yazgılarını anlatır ve onlara bu yazgıyla mücadele edebilecek güç ve enerjiyi nerede bulabileceklerini söyler. Elbette gerçekliğin bu çeşit eleştirel bilgisinin daima topluma belli görevler çıkartan bazı sonuçları da olur ve henüz toplum da o sonuçları yüklenecek bir toplum değildir, fakat politikanın o toplumu yaratmaktaki güncel yetersizliği kültür eleştirisini önemsizleştirmez. Toplumsal gerçekliğe dair eleştirel bilgi, sonuçlarını yüklenecek bir toplumun yaratılmasına da hizmet eder, yeter ki kültür ve eleştiri derken ayağımızın hangi toprağa bastığını bilelim.