Suriye’de 1963’ten beri iktidarda olan Baas Rejimi'nin, ülkede ulusal bilinç yaratamayışı, salt iktidara gelenlerin beceriksizliği olarak görülemez. Çok katmanlı ve hayli parçalı toplumsal dokunun uluslaşmaya doğru evrilmesini önleyecek yönetim şeması kuran Fransız mandası, asıl müsebbip. Devlet altı yönetimler Şam, Halep idareleri beslenerek Suriye halkının parçalı dokusunu özenle koruyan Fransa politikası, Arap Baharı sürecinde ülkenin bin parçaya bölünmesini kolaylaştırmıştı. Sosyalizan ve kısmen seküler görünümlü Baas partisinin öngördüğü ve uyguladığı azınlık diktatoryasını, 21’inci yüzyılda hala sürdürme inadıyla ülkesini kana boğan Beşar Esad oldu kuşkusuz. Muhalefetin isyan ve ihanet sayıldığı Baas rejimleri, siyasal muhalefetin kurumsallaşmasını ceberut devlet yönetimiyle engelledikleri için Arap Baharı, iç çatışmalar, vekalet savaşları ve teröristler elinde heba oldu.
Şimdi Türkiye Bahar Kalkanı adıyla yürüttüğü operasyonu artık iyice açık, belirgin bir savaşa dönüştürerek rejimle karşı karşıya gelerek, ülkemizi tuhaf bir eşitlenmeye sürüklüyor. Esad ile Erdoğan arasında bir nevi arabuluculuk havasıyla İran’ın üçlü zirve önerebilmesi, yürekler acısı bir eşit görülür hale gelmenin işareti. Dünyanın Esad ile Erdoğan’ı, Türkiye ile Suriye’yi aynı kefede tartar hale gelmiş olması maalesef en baştan itibaren yürütülen hatalı Suriye politikasının kaçınılmaz sonucu. Şehitlerimize içimiz yanar, gazilerimize acil şifalar dilerken adlandırmakta bile zorlandığım denk sayılma hali, içimi kavuran yangın oldu. İyi-kötü ama uzun soluklu sayılabilecek demokrasi tecrübemizin tarihi geçmişi, aniden buharlaşmış gibi. Kurtuluş Savaşı'nda bir yandan işgal kuvvetlerine bir yandan İstanbul Hükümeti'ne karşı mücadele edilirken aynı zamanda iç çatışmaları önleyecek siyasal birliği, önce kongreler ve özellikle Sivas Kongresi ve ardından Büyük Millet Meclisi'yle sağlama becerisi sergilemiş ülkemiz, bunlara müstahak değil. Paradoksal biçimde olacak ama zannımca şu an ülkemizin diplomasi alanında böylesi tuhaf bir eşitlik içinde görülebilir oluşu da tesadüfi değil. Geldi, yıllardır gelmekte olan.
Parti devleti, tek parti yönetimi tecrübemiz evet, kısmen Arap Baası'nın öncülü sıfatını hak edecek niteliklere sahipti. Sadece Dersim’i, sadece Kadınlar Halk Fırkası'nı zikretmek bile yeter, ne demek istediğimi anlatmaya. Örnekleri sıralayarak uzatmak da mümkün ama gerekmez. Zira o çok önemsediğim Sivas Kongresi Büyük Millet Meclisi'yle eş değer tarihi dönemeçleri de yaşadık. Çok partili demokratik hayata geçiş sancılarımız arasında 1946-1950 yıllarını kapsayan yasal altyapı hazırlanarak gerçekleştirilen, devletin dönüşüm süreci de tarihi tecrübelerimizin uzantısı olan o siyasi olgunluğun eseriydi. Derme çatma ve periyodik kırılmalarla sürse de “yarı askeri, cumhuri diktatorya”dan kurumsal muhalefete sahip, iktidarın demokratik seçimler yoluyla el değiştirebildiği bir demokrasiye evrilebilmiştik. Laik, sosyal, hukuk devleti nitelikleri hep birer sorun alanı olarak dilimizdeydi ama artık Baas öncülü rejim değildik. Tarihin o sayfasını çok ağır bedeller ödemeden, sınırlı sayabileceğimiz siyasal ve toplumsal dalgalanmalarla kapatabilme olgunluğunu sergilemiş bir toplumuz nihayetinde. Şimdi, bir süredir o siyasi olgunluk dediğim şey aşınmakta, aşındırılmakta.
Tek adam rejimi kurma hevesiyle tüm demokratik kurumların işlevsizleştirildiği anayasa referandumu sonrası, tarihi tecrübenin kurumsal aktarımı kesintiye uğradı. 15 Temmuz filan ne denli gerçek bir tehlike olursa olsun o denli de bahanesiydi, tek adam rejimi kurma, Cumhuriyet tarihini başa sarma hevesinin. Nitekim diktatörlerin Arap Baharı karşısındaki tepkisine benzer şiddetli karşı çıkışla kriminalize edilişi Gezi'nin, şu can yakıcı eşitlenme halinin tesadüfi olmadığını gösteren örneklerden. Ve ısrarla sürdürülüyor işte. Osman Kavala, Gezi'den beraat etmişken 15 Temmuz'la suçlanıyor. Yargıda o da delillendirilemezse başka hazırlıklar yapılacağı işaretlerini de alıyoruz. Duvar yazılarıyla Cumhurbaşkanı'nın annesine hakaret, camide bira şişeleri gibi doğru ya da yanlış gerekçelerle Gezi Davası kişiselleştirilerek sürdürülecek gibi görünüyor. Yirminci yüzyıl demokrasisinde muhalefet partilerinin varlığı ve iktidarın seçim yoluyla el değiştirebilmesi ne denli ciddi bir ölçüttü biliyoruz. Günümüzde ise bireyin ve sivil toplum örgütlerinin karar alma süreçlerine aktif katılımıyla ölçülüyor demokrasi. Ve toplantı, gösteri hakkı, sokak eylemleri, protestolarla açığa çıkan kitlesel muhalefetin varlığı demokrasinin göstergelerinden. Ama sandıkta kilitli kalan demokrasi anlayışına sahip yöneticiler ve yönetim sistemiyle idare ediliyoruz. Hoş HDP için sandık da geçerli sayılmıyor, malum.
Yetmezmiş gibi kurumsal çöküşe yol açarak tarihi tecrübeler ışığında demokrasimizi güçlendirme imkanlarını yok eden yönetim anlayışı, sokaktaki insanın demokrasi beklentisini de yok etmek niyetinde. Yurttaş bilincini yok ederek tebaa kültürünü canlandırma niyetinde. Süleyman Soylu’nun Anadolu Ajansı Editör Masası'nda dile getirdiği kültürel terörizm kavramı tam da Baas rejimlerinin toplumu zapturapt altında tutan yönetim anlayışının işaret fişeği gibi görünüyor. İnsan hakları savunucularının tutuklanıp başlatılan yargılaması, uzun süre sonra savcı son mütalaasında beraat talep ettiği halde -Gezi Davası'nın ertesine rastladığı için olacak- duruşmanın Nisan'a ertelenmesi, icat edilen kültürel terörizm kavramıyla ilişkili gibi. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu benim gördüğüm kadarıyla ilk defa şöyle kullandı bu kavramı:
“Türkiye özellikle çukur-barikat olaylarından sonra terörle mücadelede eksen değiştirdi. Bu da Sayın Cumhurbaşkanımızın ortaya koyduğu süreçle alakalı. Yani olay sonrası operasyondan kesintisiz operasyona, terörü kaynağında kurutmaya geçti Türkiye. Bunların hepsi yeni konseptler ve yeni anlayışlar. Biz aslında sadece teröristle mücadele etmiyoruz. Kültürel terörizmle de mücadele ediyoruz."
Ve kültürel terörizmi de şöyle açıklamış:
"Dinsizleştirmek... PKK başta olmak üzere terör örgütlerinin esas itibarıyla yaptıkları tamamen budur. Bunda da kendilerine Batı'yı partner olarak bulmuşlar. Batı ile nasıl bir entegre ortaya koyacaklar, ideolojilerini bunun arkasına gizleyecekler. Sözde kadın hakları, kadın özgürleştirmesi, sözde insan hakları, sözde barış ve sözde ekolojik çevre... Dört ana anlayışın Batı'yla böyle bir entegrasyonunu kuracaklar; 'biz kadın haklarını, temel insan haklarını, barışı, ekolojik savunuyoruz.' Bunların hepsi giydirilmiş, örtü haline getirilmiş ama esas itibarıyla yapmak istediklerini bütün milletimizin bildiği, yıllardan beri yaşadığı bir anlayışı buradaki insanlara dayatmaya çalışıyorlar. Dinini, milletini, ailesini, atasını, ana-baba sevgisini, bağlarını ortadan kaldırmaya çalışan bir kültürel terörizmle de karşı karşıyayız. Teröristi bitirirken bu kültürel terörizmi de ortadan kaldırmak lazım."
Tabii ki kadın haklarını kriminalize etmek için de hem kültürel terör kavramı hem PKK elverişli araç olarak görülmüş:
Bakan Soylu: "PKK bir kadın örgütüdür, bunun üzerine konuşlanmıştır. PKK'nın bugüne kadar tüm eylemlerinde kadınların bulunma oranı yüzde 56. Yani erkeklerden çok daha fazla kadınlar bulunmuş. Bunu tam anlamıyla bu noktaya taşıyabilmek ve Batı'dan bu konuda destek alabilmek için."
Kadın özgürlük ve eşitlik mücadelesinin uzun tarihini ve kadın kazanımlarının dayandığı gerçek insani ve toplumsal ihtiyaçları hatta dünyanın döngüsünü, tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişi filan tümüyle yok sayıp PKK içindeki kadın varlığıyla sınırlayıvermiş bakan. Böylece hem kadın hakları savunuculuğunu, hem feminizmi hem bağımsız kadın örgütlerini teröre bağlayıverdi.
Aynı konuşmasında HDP önündeki “evlat nöbeti” hakkında da bilgi veren Soylu, ikna çalışması diyor bu eylemler ve sonuçları için. İkna odaları nerelerde kuruldu bilmesek de bakanın sözleri gayet net: “Buna ikna çalışması diyoruz. Hem jandarmamız hem emniyetimiz, terör örgütüne gitmiş olanların aileleriyle direkt temasa geçti. Tam 3 yılı aşkın sürede defalarca gidildi ve terör örgütüne gidenlerin ailelerine telefon açtıklarında onlara 'Şöyle yapın, çocuğunuzu getirin. Suç olabilir, biz adalete teslim edelim, adalet gerekli kararı versin. Siz merak etmeyin, biz size sahip çıkacağız' dendi." İfadelerinden anlıyoruz ki kadınlar, aileler devlet tarafından araç olarak kullanılıp evlat nöbetine oturtulmuş. Devletimiz, bakanın konuşmasından anlaşılıyor ki üç yılda 9 veya 11 genci, ikna ettiği aileleri vasıtasıyla dağdan indirebilmiş.
Bağımsız kadın örgütlerini, tüm hak savunusu faaliyetleri gibi kültürel terörizm adı altında suç örgütüyle ilişkilendirme becerisi, uzun soluklu “ahlaki vesayet” politikasının artık neo-Baas yöntemlerle uygulanacağının habercisi. Geniş kitleye egemen olabilmek için de aile, nesil, toplum değerleri vurguları kullanılarak dindar kadınların, kadın kazanımlarının birer birer ortadan kaldırılmasına ikna edilmesi hedefleniyor. 2016 tarihli BoşanMA Komisyonu raporu belki de içindeki erkeklere rağmen bu konuda ikna edilmiş makbul kadınların eseri sayılabilir.
Fakat kültürel terör kavramıyla, terörle ilişkilendirme dayatmasıyla ikna olmayacak kadınların çokluğunu gösteren ümit verici işaretler de pek çok. Son 25 Kasım'daki Emine Erdoğan konuşması bunlardan birisiydi mesela. KEFEK Başkanı Canan Kalsın’ın İstanbul Sözleşmesi hakkındaki konuşması da öyle. Son olarak AKP’li kadın vekillerin, genel kurul öncesi hazırlık çalışmaları kapsamında Cumhurbaşkanı'yla yaptıkları toplantıdan basına yansıyanlar da çok umut verici:
“Toplantıdan yansıyan bilgiye göre bazı kadın milletvekilleri, özellikle muhafazakar çevrelerce, 'aile yapısını bozduğu' gerekçesiyle eleştirilen ve kamuoyunda İstanbul Sözleşmesi olarak bilinen 'Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi' ve 'Ailenin Korunması ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesine İlişkin Kanun'la ilgili medyada ve kamuoyunda yürütülen olumsuz kampanyadan şikayetçi oldu.
İktidarları döneminde, kadın hakları konusunda yapılan önemli düzenlemeler olduğunu ve bunlardan geri adım atılmaması gerektiğini belirten milletvekilleri, Türkiye'nin İstanbul Sözleşmesi'nin ilk imzacısı olduğunu anımsattı. Bir milletvekilinin sözleşmenin ve yasanın getirdiği özgürlüğün 'boşanmaları artırdığı, evlilik oranlarının düşmesine neden olduğu' iddialarının doğru olmadığını belirtirken, özellikle kadına yönelik şiddetin önlenmesine katkılarına ilişkin de bilimsel ve istatistiksel bilgileri paylaştığı ifade edildi.”
AKP’li kadın vekillerin kadın kazanımlarını güçlü bir şekilde sahiplenmesi, bu ülkede kadınların, örgütlü ya da konu bazlı dayanışmayla, şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da ortak hareket edebileceğini gösteren işaretlerden. Kültürel terör suçlamasının gölgesinde 8 Mart gece yürüyüşüne hazırlanıyor kadınlar. Her kadın 8 Mart gecesi sokağa çıkmasa dahi bilinsin ki bu nevzuhur Baas icraatı, evlilik adı altında çocuk istismarını meşrulaştırmaya yol açacak af benzeri düzenlemelere kadınlar razı olmayacak. İstanbul Sözleşmesi, şiddet yasası, yoksulluk nafakası gibi kadın kazanımlarına yönelik saldırıları sönümlendirecek güç, açık ya da örtük biçimde gerçekleşse de kadın dayanışmasıyla ve 8 Mart'ta bir kere daha açığa çıkacaktır. Muhtemelen bu nedenle son günlerde “şehitler varken 8 Mart kutlanmaz” türü ifadelere, sosyal medyada rastlanır oldu. 8 Mart'ın bir kutlama değil, grevi bastırmak için öldürülen tekstil işçisi kadınları anarak kadın özgürlük ve eşitlik mücadelesinin sürdürülmesinde pay sahibi olduğu herkesçe bilinir. Hiçbir gerekçeyle bastırılamayacağını da iktidar bilmeli.