Kültürümüz amneziden mağdurdur
Yeni kültürel coğrafya üzerine yapılan tartışmalarda, kimlikleri pekiştirici kültürel manzaraların mimari üzerinden oluşturulduğu yer almaktadır. Bu sembolik manzaralar, baskın değer sistemlerinin normalleşmesinde kilit rol oynarlar.
Gözde Yılmaz
Ağır toplumsal travmaların yaşandığı toplumlarda hatırlamak, bir insan hakları meselesidir. Bellek, insanlar politik hayatta bir araya geldiklerinde ve geçmişe ait temsilleri bugünün meseleleri olarak sorguladıklarında varlık kazanır. Toplumdaki hayali kimlikleri sorgulayan ve dönüştürme kuvvetinde bulunan bellek, karşı bellek olma durumundan normatif bellek olmaya geçişi temsil eder ve bu durum ancak kurbanların hikâyelerinin, toplumda duyulur olması ile mümkündür. Hiçbir tanığın kalmadığı durumlarda bellek, tarihe ve iletişimsel bellekten sembolik olarak kodlanmış kültürel belleğe evrilir. Son 50 yıldır kültürlerimiz, amneziden mağdurdur. Bu amnezi, hafıza ve temsilin diyalektik ilişkisinden beslenmektedir. Geçmiş, bellek olarak herhangi bir yerde mevcut değildir, bellek haline dönüşmesi için artiküle edilmesi gerekir. Bu da, güçlü bir kültürel yaratımı gerekli kılar. Bellek, tarihsel arşivciliğin karşısında konumlanmalıdır.
Hafızayı sorgulamak, kişinin varlık bilincini sarsar ve kamusal alanda kodlanmış kimlikler, bu sarsıntıya dayanıklı oluşturulmaya çalışılır. Bugüne dair anlatılar, geçmişe dair kurgulanan hafızadan beslenir. Modern toplumlarda ulus-devlet yapılanması ile oluşturulan hafıza, kişinin varlık bilincinde önemli bir yer edinir ve bu yeri sorgulayıp yapı bozuma uğratmak, karşı belleği susturmak için önemli bir gerekçe oluşturur. Oluşturulan anlatı, ulus devlet politikalarının ‘’sizin için hatırlarız’’ söylemine denk düşer. Hafıza, sosyal olanın kendini nasıl organize ettiği ile ilgili yeni ekonomik, tarihsel, dilsel kombinasyonlar üretir ve normal olan ya da olmayanı belirler. Fakat değişim ve yok oluş hızlandıkça, neyin yok olduğuna dair sualler artar ve otantik, kişisel, insancılaştırılmış biçimde amneziye karşı koymak üzere oluşturulmaya başlanan hafıza, kendine ayna tutar hale gelir. Yaşadığımız kentler, hafızamıza tuttuğumuz aynanın bileşenlerinden biridir. Bir kent, yapıları ile hatırlar ve yapıların korunması, insanların hafızasındaki hatıraların da korunmasını sağlar.
Eğer hafızalarımızdan oluştuğumuzu kabul edersek, nasıl hatırladığımızın çalışılması, aslında kim olduğumuzun da anlaşılmasına vesile olacaktır. Bellek çalışmalarının sübjektif ile olan bağlantısı, belleğin özel ve içeriden olan ile kamusal ve dışarıdan olan arasındaki çatışma ile gölgelenmektedir. Yeni kültürel coğrafya üzerine yapılan tartışmalarda, kimlikleri pekiştirici kültürel manzaraların mimari üzerinden oluşturulduğu yer almaktadır. Bu sembolik manzaralar, baskın değer sistemlerinin normalleşmesinde kilit rol oynarlar. Manzaraların hegemonik anlatısı, ideolojik sistemlerin doğallaştırılmasına dayanır. Günlük yaşam üzerinde kurulan hâkimiyetlerin doğal düzen olarak görünmesi, somut ve de görünür maddeliği sayesinde mümkün olur. Kültürel manzaralar, sosyal ve politik açıdan önemli semboller koleksiyonlarını sürekli olarak üretir ve çoğaltır. Bu nedenle peyzaj üzerindeki güç, aynı zamanda kültürel ve sosyal üretim araçları üzerindeki güç ve belirli grupların buna erişimini sınırlayarak bir mekânın sembolik anlatımını kısıtlama ve yönlendirme kabiliyetidir. Her günün bir parçası haline getirilerek kabul ettirilen peyzaj şekli, arkasında sanatsal ve ideolojik doğasını gizler. Kentsel peyzajın semiyotik analizi, sembolizmin okunur olduğu anıtlar, cadde ve yer isimleri, mimari stiller üzerinden yapılabilir.
Italo Calvino’nun anlatısıyla, "Kent geçmişini anlatmaz, ama bir elin üstündeki çizgiler gibi geçmişini içerir".