Kulüp dizisinin ikinci sezonu Netflix’te yayınlandı. İlk sezonun izleyicide bıraktığı izler çok derin olmuştu, dolayısıyla yarattığı tartışma da öyle oldu. Kulüp’ün izleyicisi bol olduğu gibi hakkında yazan çizen de çok bol oldu. Akademik dünyada da onlarca makale sadece Türkçe olarak değil, yabancı akademisyenlerin de ilgisiyle İngilizce olarak da yazıldı. Bunca yıllık izleyici olarak ekranda belki de ilk kez ötekileştirmeyen temsillerle Türkiyeli gayrimüslim karakterleri izledik. Bu da temsiliyet konusunda çalışmalar yapan pek çok araştırmacı için ilgi konusu oldu. Bu hafta yeni sezonu henüz izlemeyenler için spoiler vermemeye çalışarak ikinci sezonun beni nasıl sarstığını anlatacağım.
Matilda kızı Raşel’e “hayatın ödülü de laneti unutmaktır” diyor. İlk sezonda ülkenin toplumsal hafızasında unutturulmaya çalışılan, ekranda çok az izlediğimiz bir dönemin gerçekleriyle yüzleştik. 1950’lerin Pera’sında 6-7 Eylül olaylarının ekranda görmediğimiz, resmi tarih kitaplarında okumadığımız bir yüzünü bize gösteren Kulüp, ötekileştirilerek birbirine düşman edilen toplumun farklı katmanlarının anlatılmayan hikayesini anlattı. Kulüp’ün yaratıcısı Rana Denizer’in hikayeyi kendi hayatı ve ailesi üzerinden kurması Kulüp’ü sadece bir dönem dizisi yapmıyor, aynı zamanda -seneler farklı kurgulansa da- bir biyografi gibi izlemeye de imkan veriyor, bu da izleyicide ayrı merak uyandırıyor. Özellikle ikinci sezonda dönem dizisi duygusunu son bölümlere kadar çok hissetmeden, bireylerin hikayelerine odaklanıyoruz. Belki de bu sebeple ben ikinci sezonu sürekli yaş gözlerle izledim. Ve kulağımda hatırladıklarım, unuttuklarım çınladı.
İlk sezon için yapılan tartışmalardan hatırladığım en pozitif geri dönüş ekranda Ladino dilini duymaktan mutlu olanların yorumlarıydı. Ana dili Ladino olanların kendi dillerini duymalarına verdiği bu pozitif tepki aslında ekrandaki temsil meselesinin ne kadar derin ve önemli olduğunu gösteriyor. Aynı sezonun en çok tartışılan ve belki de izleyicinin bir kısmını küstüren sahnesi de Çelebi karakterinin tecavüz eden bir adamdan dönüştüğü iyi insan profiliydi. Her insanın içindeki siyah ve beyazın dengesini kurabiliyoruz ama hep siyah kalmasını da tercih edebilirdik. Gerçi çabuk unutmaya meyilli olunca ikinci sezonda bu konuyu düşünmeden kendisini izleyebilirsiniz. Fırat Tanış’ın oyunculuğu da bunu unutturabilir. Sonuçta siyah ve beyazın ortasında affetmek varsa Kulüp’ün sofrası af dileyen ve affeden herkese açık. Bu sebeple Matilda’nın Aziz’i, sofradaki ‘seçilmiş ailesine’ kadeh kaldıran Çelebi’ye dönüşüyor.
Seçilmiş aile kavramını birkaç kez duyuyoruz dizide. Rana Denizer the Magger’da Lisya Kalma’ya verdiği röportajda “benim için aile ve kan bağı, akışına müdahale edemediğimiz bir yolculukta sırtımızda taşımamız gereken fazladan yük ve dert demek...” diyor. Dini, dili fark etmeksizin gelenekselliğin zorladığı bu yapının aksine başka bir hayatı seçmek mümkün anlamına geliyor.
İlk sezonda finaldeki sofra sahnesi ikinci sezonun en önemli aracı. Sofraya dahil olmak demek görülmek anlamına geliyor. Kabul görmeyi, ben de varım demeyi aşırı hırsla karıştıranların sofrada yeri hiçbir zaman olamıyor. Ama gülerken de ağlarken de birlikte sofrada olmak oradakileri çoğaltıyor. Yerli ve yabancı pek çok dizide sofranın kritik bir araç olduğunu görüyoruz. Ekrandaki sofralar televizyon dizilerinde de sık sık karşımıza çıkıyor. Sofraya oturup genellikle yemek yiyemeden bir gerilim üzerine kalkılıyor gerçi; bakınız Yalı Çapkını veya Kızılcık Şerbeti. Sofra konusu üzerine geçtiğimiz haftalarda Oksijen Gazetesi’nde Defne Akman yazmıştı. Ama Kulüp’ün sofraları öyle değil. Dostlukla yemeklerin yendiği, kadehlerin kalktığı bu sofranın bozulmasına kimse engel olamıyor.
İlk sezonda arada bir sahneye giren Fıstık İsmet rolüyle Barış Arduç bu sezonda kilit karakterlerden biri. Görüyoruz ki küçük Rana’ya öğrettikleri, öğütledikleri onun hayat yolunu çizecek. Aile olmaya zorlanmaktan aile olmayı seçen bir Fıstık var. Ve tüm bunların sebebi küçük Rana. Oyunculuğuyla kendine hayran bırakan Ada Erma’nın gözleri yaş doldukça sizinkiler de dolacak. Aslında onu izlemek izleyici olarak ve Rana Denizer’i takip eden biri olarak bende daha fazla merak uyandırdı. Belki de bu yüzden bu sezonda Kulüp ülkenin acılı dönemlerini (bu dönemler bitmez) anlattığı kadar bireysel hikayelerin de içini açınca bende yarattığı etki arttı. Rana Hanım kendi karakterini yazarken kendiyle yüzleştiğini söylüyor ama aslında bu hikayede bu topraklarda yaşayan herkesi bu yüzleşmeye davet ediyor. Bunu kabul edip ortak olduğunuz anda sizi soluksuz izleyeceğiniz bir hikaye bekliyor.
Öyle alışmışız ki sadece çoğunluğun bir kısmının hikayelerini izlemeye, İstanbul manzarasındaki incelikler bile insanı şaşırtıyor. Ne de olsa yalılarda yaşanan hayatlarla masmavi bir gökyüzünden drone’la Boğaz’ı izlemeye alışmıştık.
Kulüp’te Fıstık kızı Rana’ya “kendimize anlattığımız masallar var, bir de gerçekler...” diyor. Dizi aslında iyilerin hep kaybettiği bir dünya ama anı yaşarken iyiymiş gibi yapıyorlar, bu da bize umut veriyor. Umut ederken unutmamayı da hatırlamak lazım, Mor ve Ötesi’nin dediği gibi “Kim bu ağrılar, kimin yurdundan kimi kovdular?”