Kuma çizilmiş suretler gibi silinen beden

"Çağdaş tıp için bedenin anlamı ne? İnsan sanal bir varlık haline mi geldi?" Tüm bu soruların yanıtı, David Le Breton’un “Bedene Veda” adlı kitabında...

Abone ol

Michel Foucault şöyle der: “Bedenimiz her sabah aynanın dayattığı o kaçınılmaz imgedir.” Bu küçücük cümle çok derin anlamlar barındırır aslında. Bedenimizi neden kaçınılmaz olarak görürüz mesela, veya neden o bir dayatmadır ve bedenimizle bir türlü barışamamanın altında yatan nedir? Bedenimizin genelde kusurlu olduğuna dair düşüncelere sahibizdir. Bunun felsefi, ekonomik, dini, kültürel, antropolojik ne gibi sebepleri vardır? İnsan için beden kurtulması gereken bir şey midir? Peki öyleyse neden robot teknolojisi geliştikçe insana yakın olması bir övgü meselesine dönüşüyor? Çağdaş tıp için bedenin anlamı ne? İnsan gelişen teknoloji ile birlikte bedensiz, sanal bir varlık haline mi geldi? Bahsettiğimiz bu ilginç soruları sorduran kitap, David Le Breton’un Sel Yayıncılık tarafından basılan “Bedene Veda” adlı kitabı.

Breton kitapta, insanın beden nefretinin sebeplerine değinirken, dönemsel bir perspektif çiziyor. Ona göre; Batı dünyasında bedenden şüphe duyan bir gelenek Empedokles ya da Pythagoras gibi Sokrates öncesi düşünürlere kadar dayanıyor. Platon ise bedeni ruhun mezarı olarak kökleri artık gökte değil yerde olan bir insanlığın kökten kusuru olarak görüyor. Mesela gnostikler için insan bedeni tamamlanmamış kusurlu bir dünyaya atılmıştır. İnsan Tanrı’dan önce davranmış alt düzeyde bir mimar ya da Tanrı’yla insanların arasına giren korkulası bir varlıktır. Onlar için beden neredeyse iflah olmaz bir ayıptır çünkü ruh bedenin içine düşer ve orada ziyan olur. Yani bu anlayışlar için beden âdeta günahın kendisidir, beden hastalanır, beden yaşlanır belki de beden insanı ölümlü kılan şeyin ta kendisidir, ruhun hapishanesidir. Sonraki döneme Breton “Çağdaş Aşırılık” adını veriyor. Bu dönem bedeni son birkaç on yıllık teknolojik ilerlemelere ayak uyduramayan, zamanın gerisinde kalmış olarak mahkûm eder. Beden ilk günahtır, teknolojik menşeli olmamasından dolayı üzüntü duyulan insanlığın üstündeki bir lekedir. Fazlalıktır, kurtulmamız gereken bir şeydir. Breton işte tüm bu anlayışların, öğretilerin, gnostik dinselliğin, bugün bilim tekniğin bazı unsurlarında laikleşmiş ama güçlü bir biçimde karşımızda durduğuna odaklanıyor.

Bu anlayışlar modern tıbbi uygulamalarla birleşerek bedenin tam olarak bir nesne gibi eğilip, bükülüp, değiştirilebilecek, kusursuz hâle getirilebilecek bir nesne gibi algılanmasına neden olur. Beden artık müsveddedir. Breton’a göre; zihin ya da öznenin endemik hastalığı olarak görülür beden. Bugün birçok yazar “biyoloji sonrası”, “evrim sonrası” ya da “organik sonrası” gibi kutlu zamanların -yani bedenin sonunun- geldiğini sevinçle görmektedir. İnsan tarihinin zararlı bir icadı olan bedeni ıslah etme ya da ortadan kaldırma göreviyse; genetiğe, robot bilimine ya da bilişme düşer. Sanırım buradaki amaç kusursuz bir bedene ulaşma çabası ile ilgilidir. Modern bilimsel kavrayışın; her şeyi mutlak hâle getirme, pürüzleri kaldırma, insanın tüm bilgisine sahip olma, bilinemeyen hiçbir şey bırakmama anlayışı insan bedeninin de bu anlayışla kavranmasına neden olmuş gibi görünüyor. Bunun sonucunda ise insan artık etten kemikten, duyguları olan bir varlık olmanın ötesine geçiyor. O, bir oyuncak gibi bedeninin parçalarının çıkarılıp takılabildiği, kusurlu yanlarının biçimlenebildiği ve bedeninde devamlı sorun arayan bilim laboratuvarlarının değişmez nesnesi durumuna geliyor.

TIBBIN HAYATA HAKİM OLMA İDDİASI

Beden üzerine ortaya konan tüm bu anlayış insanın kendine ve bedenine olan güvenine de elbette zarar veriyor. Breton’un da ifade ettiği gibi insan artık hiçbir hastalığı yokken, psikofarmakolojiye yani arzu edilen moral durumuna ulaşmayı sağladığı düşünülen moleküle başvurmaya başlıyor. Uyumak için, uyanmak için, kilo vermek için, enerjik olmak için, belleği güçlendirmek için, kaygıyı, stresi gidermek için bir yığın ilaç alıyor. Bence bu insanın kafasında yaratılan yetersiz beden algısıyla çok yakından ilişkili ki Breton bu durumu bedene daima ayakta kalma ve daha talepkâr bir sistemde ayakta kalmak için eklenen kimyasal bir protez olarak tanımlıyor. Ayrıca benim fikrimce konunun tüketim kültürü ve kapitalizmle ilişkisi de ayrı bir tartışma konusu.

Bir diğer konu da tıbbın artık sadece tedavi etme misyonunu yeterli görmemesi ve acıları gerekçe göstererek hayata hâkim olma iddiası. Genetik verileri denetimine almak için müdahale ediyor, normatif bir merciye, bir biyo-iktidara dönüşüyor. Mevcut acıları iyileştirmeden muhtemel hastalıkları önleyebileceğini düşünerek yazarın deyimiyle “kaderi ifade etmenin bilimsel ve acımasız bir formu” haline geliyor. Kitaptaki konuyla ilgili çarpıcı örneklerden birisi: Ebeveynlerin rızasıyla, “yaşamaya değer bir hayat” arayışına dayandırılan bir yöntemle embriyoların ya da fetüslerin seçilip ayıklanabilmesi, böylece tedavi edilemeyen hastalıkların muhtemel taşıyıcıları ortadan kaldırıyor. Potansiyel hastayı, daha yaşama ve hastalığını geliştirme fırsatı bile bulamadan kökten ortadan kaldırmak, artık önleyici biçimlerden biri olmuş durumda. Bu uygulamalar sonucunda ise tıbba öngörü niteliği kazandırılıyor ve böyle oldukça da tıp bir sanallık çağına giriyor diyor Breton. Böylece tıp, henüz var olmayan bir çocuğun kaderini belirleme hakkını, ona her türlü müdahale yetkisini kendinde görüyor. Sanırım bu da bedenin yine bir nesne olarak değerlendirilmesiyle ilişkili. Hastanın ne hissettiği, acıları bu tarz tıbbi uygulamaların pek de umurunda olmuyor çünkü hasta biçim verilen, düzeltilmesi gereken bir tahta gibi algılanıyor.

Tıbbın hayata hâkim olma isteği ve bilimsel uygulamalarla birleşimi insanın değersizleşmesinde önemli bir yere sahip gibi görünüyor. Foucault’nun “Kelimeler ve Şeyler”in son satırında bahsettiği insanın yakın zamanda icat edilmiş olduğu ve belki yakın zamanda son bulacağı düşüncesine dikkat çekiyor Breton, Foucault insanın “deniz kenarında kuma çizilmiş suretler gibi silindiğini" haber vermişti. Breton, bu durumun enformasyonla ilişkisini ortaya koyuyor ve diyor ki onun açısından türler ya da âlemler açısından sınır yoktur, enformasyon tekil olanla ilgilenmez, bedeni siler, varlığın bütün izini yok eder. Bu uygulamalar sadece bedenin değil, esasında bir anlamda insanın yok oluşu veya yok edilişi anlamına geliyor. İnsanın kendine özgü yanları bir haritanın tüm kıvrımları gibi bilinebilir hâle geliyor, değersizleşiyor, maddileşiyor, kusurları yok edilmeye çalışılırken canlı bir varlık olduğu unutuluyor.

ASIL SEBEPLER

Bu konudaki uygulamaların en önemlilerinden birisi de “Genom Projesi” kitapta genişçe tartışılan ve çok ilginç tespitler ortaya koyan bir bölüm olarak çıkıyor karşımıza. Bu proje DNA’nın yapısını oluşturan milyarlarca unsurun birbirine zincirlenmesini tanımak ve insanın bütün genlerinin yerini tespit etmekle ilgilidir. Bu bir insan projesidir ve bana kalırsa artık insanın sadece bir veri olmasını içerir. Biyoloji böylece insanı bir genler toplamı olarak algılar. Bu projenin “ırkçı” bir anlayışa dönüşmesi de uzun sürmez ki kitapta konuya dair çok çarpıcı örneklere rastlıyoruz. Örneğin: “genetik doğruculuk” anlayışının sonucu Amerikan hapishanelerinde Siyahilerin oranının yüksek olmasından hareketle suç işleme eğiliminin “ırksal” boyutu olduğu sonucuna varılır. Ayrıca Herrnstein ve Murray gibi düşünürler zekânın kalıtımsal olduğunu ve bu nedenle siyahilerin “aşağı” olduğunu öne sürüyorlar. Yani her şeyin genler yoluyla aktarıldığı düşüncesi tüm kültürel, sosyal, ekonomik koşulların göz ardı edilmesine sebep olduğu gibi ırkçılığa da katkı sunuyor.

YENİ ÇIKAN KİTAPLAR

David Le Breton’un “Bedene Vedası”nın sorunsallaştırdığı her şey direkt olarak bizimle ilgili ve bu yazıya sığmayacak kadar derin. Bedenimize dair uygulanan tüm politikalar, kültürel anlamlar (mesela dövme, piercing), bilimsel kavrayışlar Breton’un anlatısında yer bulmuş. Bedenimize yönelik pratiklerin bir bakıma insanı yok etmeye, onun varlığını silmeye yönelik hâle gelmesinin ilginç bir tartışma olduğunu düşünüyorum. İnsan bedeni kusursuzlaştırılmaya çalışılırken onun makineleştiğini, makinelere ve robotlara ise insani özellikler kazandırıldığının da unutulmaması gerekiyor. Ve bunun altında çok sağlam; politik, ekonomik, felsefi, antropolojik sebepler var. Tüm bu konulara ilgi duyanlar için Breton’un bu kitabı da okunmaya değer.

David Le Breton kimdir?

26 Ekim 1953 doğumlu, Fransız antropolog ve sosyolog. Strasbourg İnsan Bilimleri Üniversitesi’nde profesördür. Araştırmalarını beden ve riskli tavırlar antropolojisi üstünde yoğunlaştırmış, bu arada sessizlik ya da yürüyüş gibi daha kişisel temalara da el atmıştır.

Breton’un önemli yapıtları arasında Yürümeye Övgü (Sel Yayıncılık), Acının Antropolojisi (Sel Yayıncılık), Anthropologie du Corps et Modernité (Bedenin Antropolojisi ve Modernite, 1990), Du Silence (Sessizlik Üstüne, 1997), La Sociologie du Corps (Bedenin Sosyolojisi, 2002), La Saveur du Monde (Dünyanın Tadı, 2006) sayılabilir.