Buna “kundakçı itfaiyecilik” de deniyor. Bizim buranın deyişiyle “tavşana kaç, tazıya tut” siyaseti olabilir belki. Dar pencereden bakılırsa, denetimli yangınlar çıkarılarak orman yangınlarına akılcı müdahale tekniği bulunduğu da anımsanabilir. Ancak kundakçıyla, itfaiyecinin aynı oyuncu olduğu yere ne denir? “Tuz koktu” denir belki. “Ooo, biz ‘PKK yaktı’ diyoruz, sen ‘devlet mi yaktı’ diye soruyorsun yani?” Hayır, benim cingöz efendim, başka şey anlatıyorum.
Esasen Akdeniz havzasının yangın kuşağında İtalya da, Yunanistan da yanıyor. İklim değişikliğinin daha doğrusu iklim bunalımının bize anlattığına göre gelecek yaz da yanacak, sonraki yaz da. Bu yaz, yazlık orman yangını ortalamamız geçen yıla oranla ve hektar ölçütüyle yaklaşık on kat artmış. Ve hiçbir şey yapılmayıp, yalnızca yanan orman alanları işi bilenler tarafından gereğince temizlense, sonra insana kapatılsa, yine küllerin örttüğü çam kozalaklarından düşecek tohumlarla kendi kendine yeşillenebilecek.
Artık bu döngüyle yaşayacağız. Alabileceğimiz tüm önlemleri alacağız. Yangınlara önce yerden, sonra havadan ve zamanında eğitimli biçimde müdahale edeceğiz. Yangın mevsimi gelmeden de ormanlarda gereken hazırlıkları sürekli yapacağız. Bilinçlenip, iklim bunalımını yönetmeyi öğreneceğiz. Bu amaca yönelik küresel hareketin içinde olacağız; küresel strateji geliştirilmesine buradan, yerelden bilimsel katkı sunacağız. Yaşama biçimlerimizi, eğer hayatta kalmak istiyorsak, değiştirmek gerektiğini öğreneceğiz. Çocuklarımıza da bunları öğreteceğiz.
İklim bunalımının küresel göç olgusunun ivmesini kaçınılmaz biçimde artıracağını bileceğiz. Deprem hattında, yangın kuşağında, uluslararası yasadışı narkotik ticareti yolunda olduğumuz gibi doğu-batı, güney-kuzey, “köprü” diyoruz ya hep işte, insanlığın göç köprüsünde de olduğumuzun ayırdına varacağız. Pandemide olduğu gibi, göçte de ancak küresel yaklaşımlar geliştirerek, insancıl akılcı çözümler bulabileceğiz. AB çevresine duvar örüyor, o duvarların ne kalktığını, ne o duvarlarda bize bir kapı açıldığını bizler artık yaşarken göremeyeceğiz.
Meram’daki ırkçı Kürt katliamının da, Karadeniz’in yaylalarının, derelerinin yağmalanmasının da, Ege’de verilen maden arama izinlerinin de, Doğu Anadolu’daki sel felaketlerinin de, kentsel dönüşümün de, toplu konutçuluğun da, ballı kamu ihalelerinin de politik olduğunu bileceğiz. Osman Kavala’nın dört yıla varan süredir rehin tutulmasının, kaybolan 128 milyarın, Hrant Dink, Tahir Elçi cinayetlerinin, Roboski’nin, henüz dün konuşup, bugün unutuverdiğimiz tüm bunların ve fazlasının ve her şeyin, her zaman, her yerde politik olduğunu bilmemiz gerektiği gibi.
Akılda kalan çıkışların da hep politik olması gibi: Seni başkan yaptırmayacağız. Öyle mi alay komutanı? Yeter ulan! Utanman yok mu? İşte bu sonuncusu en yakışandır bize. Saçımızı yolmadan, gözleri yaşlı isteri nöbetlerine kapılmadan. “Hesap vereceksiniz”, “yargılanacaksınız” yollu boşa kostaklanmadan. Kaşlarınız mı kalktı? Bana bu ülkede bugüne dek kim neyin hesabını vermiş, onu geçtim sorumluluğunu üstlenmiş de rezil olmuş bir söyler misiniz? Bütün kuşlar birikmiş hesaplarını ödedi de, şimdi sıra bu pişkin leyleklere geldi öyle mi?
Hani coşup “işte biz buyuz be!” diyor ya avam ağzıyla tepemizdeki, gerçekten biz buyuz, bu kadarız. Güncel kaleci topu eline geçirmesiyle, yine elle topu oyuna yeniden sokuşu arasındaki sürenin kısalığıyla övünür, biz önce sallanır sonra degaj yaparız. Güncel hoca kanat bekleriyle oynar, ortayı yasaklar, ayağa pas yaptırır, biz açıkların ayağından ceza sahasına burnumuz yerde muz orta şişiririz. Aksine güncel topçu kaleyi gördüğünde “adeta mesafe tanımaksızın” vurur, hocasından alkış alır, biz kırk yılda bir vursak, kenarda hoca kollarını iki yana açar, çalım ister. Çalım da çalım, taktik de taktik: Al sana demokratik muhalefet.
İslâmcının derdi laik cumhuriyetle. Bakıyor THK’nu Atatürk kurmuş. THK, havacılık meraklıları dışında yılda iki dönem gündeme girerdi: Kurban derileri toplanırken ve orman yangınları söndürülürken. İki işlevini de aldılar elinden. Zira iki alanda da ziftlenme olanağı var, üstelik THK’nun değerli arazileri de bulunuyor, yumuldular. Sonra çıkıp dediler ki, “belediyeler yetersiz kaldı”. Dersim Belediye Başkanı’nın yangına müdahalesini engellediler, “ak” (!) belediyelerle seferberlik ilân ettiler. Tam da bugünlerde kullanılması gereken TSK olanaklarını hiç değerlendirmediler. Askerliğini yapan herkes anlatıyor ya işte, ben de Aksaz’da almıştım orman yangınına müdahale eğitimini. O Aksaz Deniz Üssü ki yakılan güllük ormanının yerine yapılmıştır, o da ayrı.
Ya Irak sınırının iki yanında terörle mücadele gerekçesiyle kesilen ve yakılan ormanlar? Ya terörle mücadele adına su altında bırakılan beldeler, yok olan Hasankeyf? Ya dörtte biri yerle bir edilen Sur? Elde çifte nöbet tutar, kimlik kontrolü yaparız, bakarsın punduna getirir yakalarsak Kürt yurttaş linç ederiz. Popülist laf ebeliğinin ağababası Soylu bile elde ne kanıtın, ne istihbaratın olduğunu belirtir, Erdoğan çıkar “ciğerlerini yakmak boynumuzun borcu” diye kin ve öfke köpürtür. MV Abdüllatif Şener (CHP) de Konya’ya gider, özetle “anladık ki fazla da şey etmemek lazım şimdi” diye konuşur. Ört ki ölem.
AB adayıyız, gelen yardım teklifini önce geri çeviririz. Yunanistan’la deprem dayanışması günleri geride kaldı, elimizin tersiyle iteriz. Zamane Neron’u gibi oturup yangını izleriz. Fahrettin durumdan kendine vazife çıkarır, “devleti aciz gösterme amaçlı yardım kampanyası” der. Erdoğan yüz bilmem kaç araçlık konvoyuyla Marmaris’e “iner”, trafiği itfaiye kamyonları, ambulansları olduğu gibi kilitleyip, yurttaşın kafasına çay paketi fırlatır. Ardından sahnede Çavuşoğlu belirir, AB başkentlerine peş peşe telefonlarla “Sayın Bakan’ın yoğun diplomasi trafiği” ekmeğini yer.
TBMM’den zinde muhalefetin de kabul oylarıyla güle oynaya geçe yasalar, Beştepe’den şakır şakır imzalanan kararnamelerle fırsat bu fırsat belediyelerin elinde ne varsa vakıf adı altında cebellezi edilir. Yetmez, nerede kupon arazi, koy, koru varsa hepsi inşaata açılır, turizme tahsis edilir, beton beton beton. Biz de bakarız olan bitene, öküz bıçağa bakar gibi. Biz bakarız da, tatlı “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” hülyalarına dalmış muhalefet milletvekilleri de şekerleme yaparlar, hava sıcak ve nemli ne de olsa, insanın içi geçiyor.
Kiralanması gereken yerde arama gemileri satın alınır, Antalya Körfezi’ne demirlenir. Kutusundan çıkarılamayacağı belli S-400’e 2.5 milyar dolar boşa harcanır. Cumhurbaşkanlığı filosunda onüç itibar uçağı bulunur. Ama eldeki yangın söndürme uçakları, “köhne” diye palavra bir gerekçeyle hangara mühürlenir, dönüp Rusya’dan, İran’dan uçak kiralanır, neden sonra AB’den de o aynı “köhne” uçaklar gelir. MSB tüvit atıp Rus uçağına verdiği yer hizmetiyle övünür! Kayyuma “uçakların bakımı neden yapılmadı” diye sorulur, beyzade “ben kayyumum, bura çiftlik değil mi, yatmaya geldim, nereden bileyim” yollu yanıt verir.
Hep diyorum ya, “ne atarsan gider” ve “yağma Hasan’ın böreği” dönemi bu. Yap evlâdım oradan bana nüfusunun ancak beşte birinden azı Müslüman olan Gana’nın başkenti Akra’ya bir cami, on milyon dolarlık olsun. Çoban ateşleri mi demiştiniz, “lan bırakkk”, alın size orman yangınları. Pandemi çok mu iyi yönetildi? Ekonomi şaha mı kalktı? Eğitim İHL’lerle muasır medeniyet seviyesini mi yakaladı? İleri demokrasi altıncı vitese mi geçti? Durmak yok, yola devam. Daha Trakya’ya büyük hendek kazıp, Marmara’yı hepten bitireceğiz; çıkan hafriyattan, sağına soluna dikilecek konutlardan cukka yapacağız, adını Kanal İstanbul koyacağız. İşimiz çok.