Bazen intihar, bu eyleme başvuran kişinin kendi ölümüne sebep olanları cezalandırmasıdır. O yüzden ne devlet, ne toplum, ne aile, ne de herhangi bir birey intiharın sorumluluğunu üstlenmeye cesaret eder. Dolayısıyla intiharın toplumda, dinde, devlette, ailede yasaklanması, yahut intiharların görünmez, konuşulmaz kılınması şaşırtıcı değil.
Haliyle, intihar yasağını ihlâl edenin eylemi ya görünmez kılınmaya çalışılır, ya da bu görünmezlik perdesi yırtıldığında intihar “psikolojik sebeplere” bağlanarak sorumluluk bizatihi intihar edenin sırtına yüklenir. Böylece intihar edenin karşısındakine (dünyaya, devlete, topluma, patrona, aileye, ailenin bir veya birkaç ferdine, bireye, vd.) kendi ölümüyle kestiği ceza hükümsüz kılınmaya, bu şekilde yeni intiharların da önüne geçilmeye çalışılır.
BENCİL İNTİHAR, ÖZGECİ İNTİHAR, KURALSIZLIK İNTİHARI
İntiharın çeşitleri var. Emile Durkheim, İntihar’da şöyle bir sıralama yapıyor: “Bencil intihar, insanların yaşamda olmak için artık bir neden görmemesinden ileri gelir. Özgeci intihar, bu nedenin insanlara yaşamın dışında görünmesinden doğar… Üçüncü tip intiharın kaynağı, insanların etkinliğinin düzeninin bozulmasında ve insanların bundan acı çekmelerindedir. Kaynağı nedeniyle bu sonuncu çeşide kuralsızlık intiharı diyeceğiz.” (İntihar, Durkheim, Pozitif yay, sayfa 263)
Durkheim’ın intihar sebeplerine ilişkin tespitlerine dair çeşitli eleştiriler olsa da alıntıladığım kategorik ayrımları gözden kaçıramayız. Durkheim, sanayi ya da mali krizlerin intiharları artırmasının, bu krizlerin insanları yoksullaştırmasından kaynaklanmadığını açıkça ifade ediyor ama ekliyor: “Neden; kriz ile birlikte ortak düzende ani bir karışıklık çıkmasından.”
Kişiyi çocuğuna pantolon alamamak, işsiz, aç kalmak vs, değil, bunlara sebebiyet veren ortak düzendeki ani değişiklik ve bireyi bu ani değişiklik karşısında koruyacak bir toplumsallığın olmaması intihara sürükler.
“Ortak düzene” “örgütlülük” diyelim isterseniz. Yahut dayanışma.
Ailede veya toplumda “ortak düzen”, örgütlülük, dayanışma bittiğinde, yani bu “birliğin” kendisi bireyi sarmalamaktan, ona canlılık ve hayat vermekten, onu başta devlet olmak üzere zor aygıtları karşısında korumaktan uzaklaştığında, çaresiz bireyin hem o birliği bitirenleri (devleti, kapitalist düzeni vs,) cezalandırmak hem de tahammül edilemez acıya katlanmaktan vazgeçmek için intihara yönelmesi bizleri niye şaşırtsın? Yoksa intihar edenin bize kestiği cezayla yüzleşmemek için şaşırmış numarası mı yapıyoruz?
BOYUN EĞEN TOPLUMUN YAVAŞ İNTİHARI
İntihar edenin yasını tuttuğumuz kadar, onun aslında kendisini öldürerek bize kestiği cezayı çekmeye, dolayısıyla kendi yasımızı tutmaya neden meyletmiyoruz?
Her ne kadar “ani” değil süreğen bir karışıklığın içinde olsak da, bireyi taşıyacak bir toplumsallığı yitirdiğimizi epeydir gözlemliyoruz. “Ortak düzene” kasteden, dayanışmayı, örgütlülüğü dağıtan bir zor aygıtına boyun eğmek, bireyin olduğu kadar toplumun da yavaş intiharıdır.
Devlet ve onun zor aygıtları karşısında çaresiz olan işçiyi, geçtiğimiz gün konuştuğumuz Başaran Aksu şöyle tarifliyordu: “Ortalama bir işçi kendisini toplumsal bir sınıfın mensubu ve dolayısıyla bir güç olarak değil, yalnız bir birey olarak görüyor. Yıllardır etraflarını sarmış olan bu ağlar karşısında yapabileceği hiçbir şey olmadığını düşünüyor.”
Aksu’nun bu tarifi devlet ve onun zor aygıtları karşısında örgütsüz ve dolayısıyla çaresiz hisseden herkesi kapsıyor. Böylesi bir yalnızlık ve çaresizlik içinde bireyin can vermesi, “ölü hayatı yaşaması” için illa intihar etmesi gerekmiyor. Birbirimizi aldatmayalım. İntihar eden, devlet kadar, devletin bunca acıyı yaşatmasına; güçlüler, zenginler, patronlar lehine kuralsızlığı düzen haline getirmesine göz yuman topluma da cezayı kesmiştir.
İntihar edenin ikinci kez yüzümüze ayna tutma şansı yok. Dolayısıyla tercih bize kalmış. İster onun yasını tutarız, ister kendi yasımızı.