Bu mecrada sizlerle buluşmaya başlayalı bir seneyi geçti. Bu süreçte fikrini ve feyzini müzikten, ilhamını müziğin kendisinden, şarkılardan, sanatçılardan alan, öfke ve üzüntüsünü müziğin ticareti ve sektörüne karşı hissettikleri üzerinden ifade eden yazılar paylaştım. Birçok sefer kendimi frenlemem gerekti, bazen de bütün iplerini salabildim mantık ve duygunun. Her zaman belli dengeleri gözetme ve tutturma çabası yorucu ve boğucu olsa da bunun okurla kurulan ilişkideki önemi yadsınamaz. Yine de herkesin keyfi yerinde olduğunda her şeyin doğru ve iyi yapıldığını var saymak, açıkça gözükmeyen ama sıkça rastlanan bir gaflet, seçeneksizlikten sunulanla yetinmenin doğuracağı muhtemel sonuçsa atalet.
Bugün bayram. Yarın da. Pandemi koşullarının bitmesiyle şaha kalkan capcanlı konser piyasamız dört nala koşusuna devam ediyor. Festivaller, turneler gırla gidiyor. Birileri çok güzel ticaret yapıyor. Birileri de ülkenin dört bir yanında alanları, salonları, açık hava tiyatrolarını doldurarak bu ticareti mümkün ve sürdürülebilir kılıyor. Bu da böyle devam ettikçe, konser sektörünün bir avuç organizatörü ve sahnelerin bir avuç gediklisi yalnızca bayramlarda değil ama her gün bayram edebiliyor.
Konser işlerindeki oligopol senelerdir mevcut. Uzun mesafeli bir at yarışı gibi, bazen birileri bir at başı farkla öne geçiyor, bazen de birkaç boy geri düşüyor, ama genelde atlar da jokerler de aynı. Aynı isimler, her sene, her yaz, her bayram aynı yerlerde, aynı şekillerde, aynı sahnelerde. İşin ilginç yanı şu ki, aynı seyirci, yani aynı müşteri, aynı şeyleri seyretmek ve dinlemek için sıkılmadan, usanmadan yine oralarda. Eh, o halde alan memnun, veren memnun ve her şey yerli yerinde, değil mi?
Değil, bence.
Birkaç kentli kişi ve kurumun, çoğunu İstanbul’da gerçekleştirdiği organizasyonları tenzih ederek anlatmak gerekirse, konser, turne ve festivallerde hala dinleyicilerin “çok sevdiğine” inanılan ve “bilet kesen”, ama hep aynı isimleri görüyoruz. Bu isimlerin bazıları şekilden şekle, kılıktan kılığa, janrdan janra gire gire bir şekilde hep orada oldular. Hangi dönem ne tutuyorsa ona meylederek, “işlerine” ne geliyorsa ona dönüştüler. Yanlarında, ekiplerinde işe başladıklarında çocuk yaşta olan insanlar kocaman olup aile kurmuşken, kendileri ne hikmetse asla yaşlanmıyor gibiler. Seksenli-doksanlı yıllardan, milenyumun başlarından bugünlere bir şeyleri taşımayı başarmak da takdire şayan aslında. Toplumun müzikle ilginç ilişkisi de buna zemin hazırlıyor. Bir dönemde hit olmuş, etki bırakmış birkaç şarkı yapabilirsen, bir şeyler çok ters gitmezse hayatın geri kalanıyla ilgili tasaya mahal kalmıyor. Repertuvar büyütmek, kariyer ilerletmek, iş geliştirmek rahatlıkla arka planda kalabilir. O birkaç şarkı, yazlık bölgelerimizin bir örnek açık hava tiyatrolarında her yaz, hem de bazen birkaç defa “bilet kesiyor”. Ana akım dinleyici ana akımın pop şarkılarını ve klasiklerini dinlemeye ve her yaz o tiyatroları doldurmaya doyamıyor. Yetişkin dinleyicinin talep ettiğini arz edebilirsen başarılı ticaret yapabilirsin. Evet, buraya kadar da her şey normal, herkes memnun. Ama ismini ve cismini “gençlik”le, rock müzikle özdeşleştirip buradan “yürüyen” festivallerin sahnelerinde, en tepelerinde ne işi var bu cambazların? Hep böyle mi, bu kadar mı olmalıdır; ne olsa daha iyi, doğru, çeşitli, güzel olabilir?
Organizatörlerin, yani konserler, turneler, festivaller düzenleyerek bazen az bazen de çok riskli işlerin altına girenler de müzik sektörünün önemli birer paydaşı. Paydaşlık belli ölçüde bir sorumluluk da getirir. Bir yapımcının, prodüktörün, müzik yazarının, radyocunun tutkuyla, kendi sanatı, zevki ve görüşü doğrultusunda daha fazla sayıda insanın haberdar olmasını istediği bir şarkıcı veya gruba katkıları olabiliyorsa (bizde bu unsurların neye ne katkısı olduğu tartışılır olsa da), organizatörlerin de böyle bir sorumluluk hissetmesi gerektiğini düşünüyorum. Zira yeni yetenekleri bulup tanıtmanın, onların büyümelerine katkı sağlamanın verdiği hissi ve tatmini az şey verir. Anında ticari başarı gelmeyecekse de kişinin nüfuz alanı neresiyse orada onun arkasında durması, desteklemeye devam etmesi önemlidir. Müzik tarihi kalemiyle, programıyla, sahnesiyle, stüdyosuyla inandığı isimlerin arkasında sabır ve inançla durup dünyaya mal olmalarını sağlayanların hikayeleriyle doludur. Sanatçıları altın yumurtlayan tavuk olarak görüp, gişe anlamında bir-iki tökezlemede kesmeye kalkmak, bir-iki popüler şarkı yapar yapmaz bir ismin peşine düşüp her damlayı sağana kadar plansız programsız konser düzenlemek, belki belli vadede o sanatçıya “çok paralar” kazandırmak mutlak menfaat değildir. O bir-iki popüler şarkıyı stüdyoda kotarmakla sahneye çıkıp çalabilmek de aynı şey değildir. Sahne performansı diye bir şey vardır. Günümüzde birçok şeyin oluverebildiği gibi geceden sabaha “oldum ben” denilecek bir şey değildir. Çalabilmek diye bir şey vardır. “Ben çaldım oldu” diye oldu-bittiye getirilemez, getirilirse çalınan şey enstrümanlar değil başka şeyler olur. Konser grubu olmak diye bir şey vardır. Bir-iki şarkısı popüler olunca “hadi hemen konser” vermeye başlayanlarla eski televizyonların alnından sarkan tüller misali “hanelerimizin sanatçıları” kol kola festival festival dolaşırken, sektörün belki biraz sert ama isabetli tabiriyle “ayı gibi çalan” nice müzisyen, nice şarkıcı, nice grup evde oturuyor. Kaldı ki, artık önce şarkılar popüler oluyor, ekseriyetle de sadece öyle sürecek. O şarkıları yazanlar, söyleyenler öylesine önemsiz, kimliksiz ve silik kalabiliyor ki çoğu zaman isimleri dahi bilinmiyor. Bilinse de zaten isimleri de cisimleri de unutulabilir veya bir başkasıyla karıştırılabilir mahiyette oluyorlar; muhtemelen yakında unutulacaklar. Bir gece ansızın YouTube üzerinden veya dijital müzik servislerinin algoritmik bir manevrasıyla hayatımıza giriveren bu oyun karakteri-vari müzisyenler, bir kere yanlış yerden atlayınca girdikleri gibi çıkıverecekler oyundan; gece kondu, sabah gitti.
Festival düzenlemek bir programlama işidir. Yani küratörlük tarafı vardır. Belli başlı isimlerin cazibesiyle alanlara doldurduğun insanlara iyi olduklarına inandığın başka isimleri sunmak bu işlerin tabiatına entegredir. Bu da bir miktar hüsnüniyetin ve sanatsal öngörünün yanında, müzikten, müzisyenden, bu işlerden biraz anlamayı gerektirir. Her şeyden önce, tüccar olunduğu kadar müziksever olmayı gerektirir. Şarkısı çok dinlenenleri art arda festival sahnelere dizmek programcılık değil toptancılıktır. Değeri yerle bir olmuş para birimimizle buralardan imrenerek, iç geçirerek en iyi ihtimalle internetten seyredebildiğimiz uluslararası festivaller, ezbercilik ve kolaycılıkla değil, özgüvenli ve sorumlu yaklaşımlarla, doğru dürüst insanların doğru düzgün icraatleri sayesinde böylesi markalaşabilmişlerdir.
Kanımca bu sağlıksız canlı müzik zemininin bu haliyle devamını sağlayan bir yapısal sorun da, gelişmiş müzik pazarları olan ülkelerde konser organizatörleri ve mekân sahipleriyle sanatçılar ve menajerler arasında çok önemli bir iletişim ve ticaret müessesi olan “booking agency”lerin eksikliği. Tam karşılığı Türkçemizde bulunmasa da sanırım amaca hizmet eder şekilde ‘konser ajansı’ diye çevrilebilir, ama “etkinlik ajansı” kavramıyla karıştırılmamalıdır. Bu ajanslar, doğru ve sistematik işleyen bir sektörde, sanatçıların kayıtlı müzik yayımlama takvimlerine göre dikkatli ve hassas planlamalarla, sanatçının menajerinin tasarrufları ve onayları doğrultusunda tekli konser, turne ve festival angajmanlarını organize ederler. Bugünün müzik ekonomisinde birkaç istisna hariç tüm sanatçılar için başlıca gelir kalemi konserler olduğundan, bu ajansların sanatçının ticari kurgusundaki rolleri büyük ve önemlidir. Böyle de olsa yetki zincirinin ve karar mekanizmasının neresinde durduklarını iyi bilir, %10 civarında komisyon oranlarıyla ve bundan tatmin olarak çalışırlar. Birkaç tane konser anlaşması yaptıktan sonra sanatçıya “çok paralar” kazandırdığından yola çıkıp kendilerini haksızlığa uğramış hissetmezler, kendilerini sanatçının “aslında” menajeri ilan etmezler, bunun için sanatçının asıl menajerinin arkasından dolaşmaya çalışmazlar. Menajerlik müessesesini gelişmiş müzik pazarlarındaki saygınlığından bizdeki kötü şöhretine indirgeyen eylem ve söylemlerde bulunmazlar.
Bu ajanslar butik veya büyük kurumsal yapılar olabilir, büyüdükçe bünyesindeki sanatçıların çapı ve sayısıyla birlikte buna paralel olarak çalışan “agent”ların (“ajan” diye çevirince tuhaf oluyor ama basbayağı ajan işte) sayısının da büyüdüğü dev şirketlere dönüşebilir. Bu da çok sağlıklı bir durum değildir, zira durdurulamaz şekilde şişip kabına sığmayan boyutlara ulaşınca da sektördeki komşu alanları (mekanlar, biletleme şirketleri, markalaşmış festivaller vb.) da bünyesine katarak tekelleşmeye başlayabilirler. Nitekim uluslararası konser endüstrisinin halihazırdaki şablonu da böyle. Çokuluslu, çok ofisli, çok ama çok büyük sanatçılı, çok mekânlı, çok kapasiteli, çok biletli bir avuç şirketin her şeyi kontrol edebildiği bir oyun alanı. Haliyle de büyüklerin ihya edildiği, küçüklerin yok sayıldığı, kapısından girmenin çok zor ama çıkıvermenin çok kolay olduğu ayrıcalıklılar kulübü. Bizde de hırs ve nobranlıkla döşedikleri taşlar üzerinden böylece genişlemeyi iş planlı haline getirmiş hevesliler mevcut.
Sanatçıdan seyirciye varan zincirin halkaları köfteci zinciri kurar gibi sadece nicelik temelli örülmemelidir. Toprak parselleme zihniyetiyle şu kadar şehirde şu kadar bacaklı turneler, şu kadar şehirde şu kadar sanatçılı festivallerle, milyonlarla, milyarlarla dönmemelidir programlama faaliyetleri. Bu yaklaşımlar ister istemez tekelcidir, ister istemez tekelin lehine ve tekelin dışında kalanların pahasına sonuçlar doğurur. Her paydaşın birlikte daha fazla faydalanabileceği organizasyonların, kararlarında cirolar kadar sanatsal çeşitliliğin ve niteliğin de etken olduğu organizatörlerin, sanatçılar adına yalnızca konser anlaşmaların ı ve planlamalarını yapacak, sadece bunu yapmaktan mutlu konser ajanslarının çoğalması dileğiyle, iyi bayramlar, mutlu festivaller dilerim.