18 Aralık 2017’de açıklandı. “Çözüm Sürecinde Sivil Toplum Kuruluşları” başlıklı rapor, mülakatlar ve alan araştırmalarıyla kotarılmıştı. Pek çok kişi ve STK’ya gidilmiş, eski çözüm süreci ile başladı başlayacak yeni çözüm sürecindeki rolleri tartışılmıştı.
Ancak rapor bir ayda eskidi. Savaş başlatıldı. Bitmek bilmeyen iç savaş döneminde silahın gölgesinde serpilmeye çalışan sivil toplum uzun süre söz alamayacak gibi. Rapordaki tespitler son derece önemli. Ama bugün dinleyen, not alan bir devlet aklından söz etmek güç.
Bunun kadar önemli olan başka bir nokta ise, rapora veri taşıyan STK’ların kullandığı bir argümandı: “Kürt meselesinin devlet açısından ‘maliyet’i her geçen gün artıyor.”
Kürdistan sorununu “maliyet” söylemiyle izah etmenin yüz yılı aşan bir ömrü var. Başladığı yere gidelim, Şam’a. Said-i Kürdî 1911 yılında yeni efendilerin de rüyasını gördükleri Emeviye Camii’ne gider, minbere çıkar ve hitap eder: “Hutbe-i Şamiye.”
İslâmcı yeni efendiler bazen Kürtlerin özgürlük taleplerine bu hutbe ile cevap verdiler, hatta ondan bir çözüm teklifi bile çıkardılar. Buna göre Araplar ve Türkler efendi olacaklardı, Kürtler ise hizmetçi. Zaten hutbede söylenen de aşağı yukarı buydu. Elbette bu bile olmadı.
Hutbe, Kürtleri efendilerin insafına bırakıyordu. Efendiler kendi büyüklüklerini idrak edecek ve ümmetin mazlumu olan Kürtleri muhafaza edeceklerdi. Buradaki “akıl”, himayeyi, himaye etmemenin maliyeti ile rasyonalize ediyordu. Yani Kürdü vurmak maliyetliydi, en iyisi tabi kılmaktı.
Bu maliyeti “Kürdistan Tarihinde Dersim”in son sayfalarında da göreceğiz. Yıl 1952. Nuri Dersimî, Dersim’de yaşanan dehşet verici olayları anlattığı bu kitabını Halep sürgününde tamamlarken Türk halkı ve devletine mealen şöyle seslenir: “Kürdün başına yağdırdığınız bombalar nedeniyle yoksullaşıyorsunuz!”
1990’lardan itibaren barış sözcüğünü kullanabilen aydınlar ve partiler hep bu maliyetten söz ettiler. Türk devletine bu sorunu birkaç hak kırıntısı ile çözersen daha da büyürsün dediler. Hatta Bejan Matur ve Müfid Yüksel gibi azim mütefekkirler, sorunun lütufla çözülmesi durumunda Türkiye’nin etkisinin Erbil’e, hatta Basra Körfezi’ne kadar uzanacağını garanti ettiler.
Elbette iktidarda kim olursa olsun “devlet” Kürdü ezmenin kendisini büyüttüğünü görüyor. Şimdi Afrin savaşında da bu söylemi tekrar eden Kürt siyasetçiler ile dostlarına, savaş karşıtlarına, hümanistlere, devrimcilere hatırlatmak gerekiyor. Türk halkı ve devleti yoksullaşacak, ekmekler küçülecek söylemi, Türk devletinin Kürdü içeri almayan bir aygıt olarak inşa edildiğini gizleyen bir illüzyondur. İlk soru şudur: Silahlı “çözüm”ün Kürtlere maliyeti nedir?
Cevap: Yüzyıllardır devam eden bir “sedd-i sedîd” konumu, ölüsü incitilen bir dağın gölgesi, bağrına taş basan kadınların kokusu, süreğen bir iç sancısıyla geçen ömürler, pencereden sarkıtılan bir sözcük, bir vadiye doluşan inleyiş, köşelerde biriken keder, güneşte alnı parlayan adamların uzun uzun susması, bir annenin memelerindeki sızı, yanmış bir beşik, bir gömleğin üstünde tüten yakın tarih, birinin sana nefretle baktığını fark etmek, bağırarak okunan bir marşı içinden söylemek, ne hayata ne de dünyaya ağız tadıyla dâhil olamamak, yırtılmış bir göğün yankısı, bir zamanlar sömürge statüsünü hayal eden bir gece, ve fakat uzun kışların ardından usulca açan göze, kemikleri ısınan ölüler, yasak sözcükleri yüksek sesle söylemenin hazzı, yüreğin cesaret kesilip taşması, toprağa çöküp kollarını inançla eğitmek, telkinin yerini alan direniş, yazıklanmanın umuda dönüşmesi, onurun yeni tanımına sayılmak, direnen herkesin birdenbire çok güzel olması…
Not: “Belki buraya çıktım, sizde olan hakkımızı dava ediyoruz. Yani Kürd gibi küçük taifelerin menfaatı ve saadet-i dünyeviyeleri ve uhreviyeleri, sizin gibi büyük ve muazzam taife olan Arab ve Türk gibi hâkim üstadlarla bağlıdır.” (Said-i Kürdî) “Kardeş katliamı, Türk hazinesine milyonlara mal oldu. Bunun ağırlığını zavallı Türk köylü ve işçisi omuzlamağa mahkûm oldu. Türkiye iktisaden de zarar gördü […] Osmanlı imparatorluğunun Doğu sınırlarını asırlar boyunca koruyan biz Kürtler değil mi idik? Fakat bütün bu fedakârlığımıza karşı ne gördük?” (Nuri Dersimî)