Geçen hafta İçişleri Bakanlığı binasında ilginç bir olay
yaşandı. Bir siyasetçi heyeti, 14 Mayıs 2018 tarihinde yaptıkları
siyasi parti kuruluş başvurusunun izini sürmek üzere gittikleri
İçişleri Bakanlığı’nda gözaltına alınmak istendi!
Tüzel kişilik kazandırmak istedikleri İnsan ve Özgürlük Partisi
(PİA), 2,5 yıldır bakanlık tarafından çeşitli gerekçelerle
engelleniyor. Bu basit bir olay değil. Çünkü mesele devletin Kürt
İslamcıları arasında yaptığı ideolojik “tercihin” 40 yıllık
serencamının net bir yansıması.
Ama öncelikle PİA’nın ve Ankara’ya gelen heyetin başındaki
Mehmet Kamaç’la yaptığımız görüşmeye dayanarak, 2,5 yıldır İçişleri
Bakanlığı’yla yaşadıkları hadiseyi aktaralım.
PİA yetkilileri Mayıs 2018’de parti başvurusunu İnternet
üzerinden yapınca, İçişleri Bakanlığı’ndaki ilgili masa, “evrakları
bu şekilde almıyoruz, posta yoluyla gönderin” diyor. Onlar da 14
Mayıs günü başvuru evraklarını resmi kayda girecek şekilde postayla
yollayıp beklemeye başlıyor. Fakat aradan aylar geçtiği halde
hiçbir yanıt alamayınca bu sefer Ankara’ya geliyorlar.
“Evraklarınız inceleniyor, döneceğiz biz size” yanıtlarının ardı
arkası kesilmiyor. Bakanlığın ipe un serdiğini anlayan PİA’lılar
2019’un başında Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda
bulunuyor. Fakat savcılık, bakanlıktan gelen “işlemler devam
ediyor” yanıtı üzerine suç duyurusu başvurusunu bir kenara
koyuyor.
PİA’lılar bu sefer bakanlığa başvurularının akıbetine dair ardı
ardına dilekçeler veriyor, yanıt alamayınca noter yoluyla ihtar
çekiyor. Nihayet bakanlık “başvuru postayla değil, elden yapılmalı”
yanıtı veriyor. “Tamam” diyor PİA’lılar, “o halde bize randevu
verin, getirelim evrakları.” Bakanlık, “gelin ama, parti
programınızda Anayasa’ya aykırı maddeleri de düzeltin” diye şart
koşuyor. Oysa siyasi parti başvurularında söz konusu “düzelttirme”
yetkisi İçişleri’nde değil, yargıda. Dahası, Kamaç’a göre
programlarında Anayasa’ya aykırı hiçbir unsur yok. Kürt meselesi
bağlamında da “eşit, adil, demokratik birliktelikten” yanalar.
Kamaç ve arkadaşları yine de “peki” deyip evraklarıyla birlikte
geçen hafta İçişleri Bakanlığı’na geliyor. Fakat daha bakanlığın
kapısında “başvuruyu yapacağınız masadan kimse yok, gidin bir hafta
sonra gelin” deniyor. Kamaç ve arkadaşları itiraz edince de
gözaltına alınmak isteniyor.
Mezopotamya Haber Ajansı’nın aktardığına göre Sivil Toplumla
İlişkiler Genel Müdürlüğü resmi internet sitesinde “Siyasi Parti
Kuruluşu Nasıl Yapılır?” başlığı
altında, “Siyasi partiler, bildiri ve belgeleri İçişleri
Bakanlığı'na verilmesiyle tüzel kişilik kazanırlar”
deniliyor.
Ve PİA kuruluşu için yapılan başvurunun üzerinden geçen sürede
tamı tamına 32 yeni siyasi parti kurulmuş bulunuyor.
Anlaşılan İçişleri Bakanlığı, PİA’nın tüzel kişilik kazanmaması
için evrakları öyle veya böyle almamakta, PİA’lılar ise bu
evrakları ister kapıdan, ister bacadan bakanlığın ilgili masasına
koymakta kararlı görünüyor. Kamaç ve arkadaşları geçen hafta
bakanlık önünde “evrakları teslim nöbeti” tuttu, mesai saatlerinde
her gün bakanlık binasına gitti ama polisler tarafından gözaltına
alınmak istendi.
Özetle devlet, bu insanların partileşmesini engellemekte kararlı
görünüyor.
Peki ama neden?
Esas mesele bu soruyu sorup yanıt aramaya başlayınca ortaya
çıkıyor ve tablo bizi 1990’lı yıllara götürüyor. Lafı uzatmamaya
çalışarak hadisenin kısa tarihçesini hatırlatalım.
Ruhullah Humeyni’nin 1979 yılında Şah Muhammed Rıza Pehlevi’yi
devirerek İran’ı şeriat düzenine sokmasından etkilenen Türkiyeli
İslamcılardan bir kısmı, İslam Devrimi’ni Türkiye’ye taşıma
gayesiyle Diyarbakır’da (da) örgütlenmeye girişti. 1990’larda
Hizbullah olarak ortaya çıkacak olan örgütlenmenin temellerinin
1979’dan itibaren Diyarbakır’daki Vahdet, İlim, Menzil
kitabevlerine gidip gelenler tarafından atıldığı söylenir. Fakat
“İrancılar” fikrî ihtilaflar neticesinde daha baştan İlim ve Menzil
olmak üzere iki gruba ayrılmıştı.
İlim Grubu’nun başında 17 Ocak 2000 yılında İstanbul’da yapılan
bir operasyonla öldürülecek olan Hüseyin Velioğlu vardı. Velioğlu
“cihat için” silahlı mücadeleye girişirken, rivayet olunur ki,
başında Fidan Güngör’ün bulunduğu Menzil Grubu bu yönelimi
reddederek karşı cepheye konumlandı. Menzil Grubu, Güngör’ün daha
sonra 1994 yılında kaçırılarak ortadan kaldırılmasının (akıbeti
hâlâ bilinmiyor) arkasında İlimcilerin olduğunu söyler. (Bu arada
Diyarbakır merkezli Menzil Grubu’yla Adıyaman merkezli Menzil
Cemaati arasında herhangi bir ilişki yok.)
Velioğlu’nun öldürülmesinden tam bir yıl sonra, dönemin
Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan’ın 24 Ocak 2001 tarihinde
öldürülmesinin ardından devlet, 1990’lı yıllar boyunca PKK’ye karşı
işbirliği içinde olduğu Hizbullah’ı tasfiyeye hız verdi. Sonrasında
Hizbullah’ın ortadan kalktığını, İlim Grubu devamcılarının, yani
Hizbullah’ın, ismini de silahlı mücadeleyi de terk ederek
“siyasete” yöneldiğini, 1990’larda Hizbullah içinde veya çeperinde
yer alan insanların Hür Dava Partisi’ni kurarak yola devam ettiğini
herkes biliyor. Peki başından itibaren silahlı çatışmaları reddeden
Menzil Grubu’na ne oldu?
Şaşırtıcı değil ama devlet, başından itibaren Menzil Grubu ve
geleneğine hiçbir zaman ılımlı yaklaşmadı. Nedeni, iki grubun kısa
tarihinden çok rahat çıkarsanabilir.
Anlaşıldığı kadarıyla Menzil Grubu uzun süre bir cemaat yapısı
olarak varlığını sürdürdükten sonra 2009 yılından itibaren bir nevi
STK’laşarak Öze Dönüş Platformu adıyla örgütlendi. Platformun
kuruluş metninin “Amaç” başlığının altında inanç haklarına vurgu
yapıldıktan sonra, etnik haklara da atıf yapılıyor ve 3. maddede şu
ifadelere yer veriliyor: “Her kavmin olduğu gibi, Kürd milletinin
kimliğini ve dilini de fıtri haklardan görür ve Allah'ın
ayetlerinden sayar. Kur'an'daki peygamberler tarihine dayanarak da
her kavme kendi diliyle İslam'ın sunulması gerektiğine inanır. Buna
binaen; Kürtlerin kültürel haklarını ve ana dilde eğitim görmesini
savunmayı dini bir görev kabul eder. Gönüllü birliktelik esasına
dayalı olmak kaydıyla, birlikte yaşamayı mümkün kılacak olan
anayasal ortaklık tartışmalarını destekler. Kürtlerin kendi
tercihleriyle özerklik, federasyon, bağımsızlık hakkının olduğunu,
Kürt halkının kendi geleceğine ilişkin söz sahibi olması ve kendi
geleceğini tayin hakkının sadece Kürtlerin kararına ve onayına
bırakılması gerektiğini savunur.”
Bakanlığın “programınızdan çıkarın” dediği PİA yaklaşımıyla bu
değerlendirme örtüşüyor.
Öte yandan Öze Dönüş Platformu kuruluş metninde “Platform,
yaptığı ve yapacağı tüm çalışmalarda şiddeti ve şiddet dilini
reddeder” vurgusu dikkat çekici. (Metnin tamamı şurada)
Aynı yaklaşımın PİA için de geçerli olduğunu söyleyen Kamaç’a
göre karşılarına çıkarılan engeller geçmişin devamı: “Bırakın
benzer yapıların birbirine düşmanlığını, zıt kutupların bile
birbirlerine düşmanlığının bu topluma çok zarar verdiğini geçmişte
ortaya koyduk. Hizbullah saldırılarında bir dolu arkadaşımızı
kaybettik. Ama kendimizi tanımlarken Hüda-Par’la hasım bir partiyiz
demiyoruz. Ama bugün Hüda-Par saraylarda ağırlanıyor, el üstünde
tutuluyor. Yani şu gerçeği görüyoruz, PİA’nın önüne çıkan engeller,
sadece bugünle alakalı değil, kökenleriyle de bağlantılı bir
mesele.”
Netice itibariyle ajanslara rutin bir haber olarak düşen
meseleyi deşince, arkasında devletin mevcut Kürt politikasını
1990’lı yıllarla mukayese edenler açısından önemli ipuçları
barındıran bu tablo çıkıyor ortaya.
Hakikaten de devlette devamlılık esasmış.