Türkiye’deki gündem şu günlerde neredeyse tamamımızı nefessiz
bırakırken, başka diyarlara bakmak soluk aldırıcı olur belki. Bu
hafta ve önümüzdeki birkaç hafta yüzümüzü Asya-Pasifik’e döneceğiz.
Kamboçya’daki Kızıl Kmerler’den 38. enlem olarak akıllarımıza
kazınan ve Soğuk Savaş’taki kamplaşmanın hızlandırdığı Kore’nin
hikayesine, ABD’nin Soğuk Savaş dönemindeki en büyük hezimeti
Vietnam’a kadar Asya-Pasifik yer yer dünyanın başını o yöne çevirip
neler oluyor dediği bir bölge. Asya-Pasifik aklımızda var, ancak
bir o kadar da yok. “Asya-Pasifik’te neler oluyor?” meselesine
odaklanan enerji ve ekonomi-politik bir çerçeveden yeni
konumlanışlara, amansız çekişmelere dikkat kesilerek yanıt
arayacağız.
ASYA-PASİFİK'İN ÇEKİCİLİĞİ: EKONOMİ VE
ENERJİ
Asya-Pasifik’i yeni bir çatışmanın ve rekabetin merkezi olarak
görmeye neden olan şey, bölgenin küresel gündemde her geçen gün
yükselen itibarı. Ekonomik verileri dikkatli bir incelemeyi
gerektiriyor. Bununla paralel artan enerji talebi başta üretici
ülkeler olmak üzere, gücünü perçinlemek isteyenlerin iştahını
kabartıyor. Dünya Bankası 2016 Raporu üzerinden durum
incelendiğinde, nasıl bir çekim merkezinden bahsettiğimiz net
biçimde anlaşılabiliyor.
İlk olarak Asya-Pasifik içinde Çin, Rusya, ABD, Hindistan’ın da
olduğu 46 ülkeden oluşuyor ve dünya nüfusunun yüzde 61’ine ki bu
oranın yarıdan fazlası 30 yaş altı gençlerden oluşuyor, ev
sahipliği yapıyor. İkincisi, bölge ekonomileri son 20 yılda dikkat
çekici bir kalkınma ve büyüme seviyesiyle sıçrama gösteriyor. Dünya
Bankası Nisan 2017 ekonomik beklenti raporuna göre,
Asya-Pasifik’teki ekonomik kalkınma ve büyüme bu yıl geçtiğimiz
yıldaki yüzde 4,9’u geçerek yüzde 5’in üzerine sıçrayacak. Dahası
bu eğilim önümüzdeki üç yıl sürecek… Söz konusu büyümenin ardında
bölge ülkelerinin iç taleplerinin etkisi dikkat çekiyor. Büyümenin
motoru tüketme talebi, satın alma kapasitesinde karşılık bulmuşa
benziyor. Nitekim bölgenin dünya satın alma gücü paritesindeki yeri
1992’de yüzde 50,5 iken 2016’da yüzde 54,5’e sıçramış durumda.
Dünyanın en büyük ikinci ekonomisi Çin Halk Cumhuriyeti’nin,
büyüme hızıyla dikkatleri üzerine çeken Hindistan ve G7 üyesi
Japonya’nın yanında, Malezya, Vietnam ve Singapur bölgenin parlayan
yıldızları. Benzer bir vurgu IMF raporlarında da mevcut. Yani
kendine yeter olmak, hali hazırda büyümenin fitilini ateşliyor gibi
görünüyor. Bununla beraber bu göz kamaştırıcı büyümenin
sürdürülebilmesi için hükümetlerin finansal dengeler ve yatırımlar
konusunda dikkatli olması gerektiği de açık bir gerçek. Sıçramadan
ziyade kontrollü büyüme öncelenmeli uyarıları, kulak arkası
edilmeyecek cinsten. Özellikle ABD’deki faiz oranlarındaki artış ve
bazı Doğu Pasifik ülkelerinin borçları, ülkelerin içe kapanma
eğilimi dikkate alındığında tedbirli olmanın diğer yadsınamaz
nedeni.
Enerji sektörü açısından durumu incelemeden önce enerji
politikalarının kapsamına bakmak yerinde olacak. Küresel olarak
enerji ilişkileri ve içeriği iki dinamik üzerinden şekillenir:
ekonomi ve jeopolitik. Ekonomik boyut; gelir olarak ekonomideki
pay, ileri teknoloji için yapılan yatırım, şirketlerin yatırım
yapması için teşvik, boru hatları inşası, gemi ve tanker gibi
ulaşım boyutlarını içerir. Jeopolitik alansa, enerji kaynaklarının
ve hatlarının kontrolü, devlet ve özel enerji şirketlerinin küresel
olarak varlıklarını ve etki alanlarını güçlendirecek bağlar
kurmasını, üreticiler arasında işbirliği ve rekabeti aynı potada
eritebilmeyi, piyasada elini güçlendirmeyi içerir. Üstelik bu temel
başlıkları hem üreticiler hem de tüketiciler açısından kapsar.
Enerji ilişkilerinin küresel ve bölgesel siyasette oynadığı rolü
en açık biçimde örnekleyen durum I. Dünya Savaşı sonrasında
Ortadoğu petrollerinin bölüşümüdür. Söz konusu durum güncelliğini
sürdürmüş olmakla birlikte özellikle 1945 sonrasında ABD, SSCB,
Avrupalı devletlerin bölgeye yönelik siyasetlerinde merkezi rol
üstlendi. Uluslararası Enerji Ajansı’nın 2016 verilerine göre,
Ortadoğu küresel enerji talebinin yüzde 35’ini tek başına
karşılıyor. Her ne kadar küresel rekabet ve politikada bölge hâlâ
önemli bir yer işgal etse de Asya-Pasifik, ekonomik ve politik
güçlerin hegemonyalarını perçinlemek veya yenisini oluşturmak için
güncel rekabetin yeni adresi olarak görülüyor. Peki ama neden
Asya-Pasifik?
Asya-Pasifik’teki enerji verilerine ışık tutulduğunda bölgenin
neden ekonomik ve jeopolitik eksenli enerji rekabetine konu olduğu
netlik kazanır. Dünya Bankası, BP ve Uluslararası Enerji Ajansı'nın
2016 raporlarına göre, sınır ötesi enerji akışı, yatırım, know-how
teknoloji transferinin bölgede gittikçe yoğunlaştığı görülüyor.
Örneğin Asya-Pasifik, dünyanın en büyük sıvılaştırılmış doğal gaz
(LNG) pazarı olup aynı zamanda petrol ve yeni elektrik üretim
kapasitesinin en dikkat çeken piyasası olarak görülüyor.
Benzer biçimde enerji uzmanlarının hemfikir olduğu üzere, enerji
yatırımlarının yüzde 34’ünün bu bölgeye kayacağı düşünülüyor.
ABD’nin LNG gemilerinin ana rotasının Asya-Pasifik olması bu
argümanı ve beklentiyi haklı çıkarır nitelikte. BP Enerji Görünümü
2035 raporuna göre, bölgenin küresel enerji talebinin yüzde 47,
enerji ithalatının da yüzde 80 düzeyinde artması bekleniyor.
Değinilen bu oranlar, Avrasya, Avrupa ve Kuzey Amerika’nın
birleştirilen oranlarından daha yüksek. BP’nin raporunda dikkat
çektiği bir diğer beklenti, Suudi Arabistan’ın bölgeyi yakın
markaja almasının da gerekçelerini berraklaştırıyor. BP’ye göre,
her ne kadar enerji kaynakları çeşitlendirilmeye gidiliyor olsa da
petrol yüzde 90’lık ağırlığıyla bölge sanayilerinin temel kaynağı
olmaya devam edecek.
KİMLER VAR VE NE İSTİYORLAR?
Bölgedeki dengeleri yeniden düzenlemeye ve görünür olmaya
başlayan temelde dört aktörden söz etmek mümkün. Eskinin en büyük
tüketicisi, yeni enerji ihracatçısı ve sarsıntı yaşayan
hegemonyasıyla ABD; şirketleriyle, Uzak Doğu'daki rezervleriyle,
Çin ile yakın ilişkisiyle Rusya; müstakbel yeni hegemon adayı,
büyük ekonomisi ve jeopolitik atılımlarıyla Çin; ve kıdemli
gelişmiş ekonomisiyle, toprak anlaşmazlıklarından muzdarip,“hegemon
olmasam da yerimi koruyayım” diyen Japonya.
Ancak bu Asya-Pasifik’in kapılarının Avrupa ve Ortadoğu’dan
gelen aktörlere kapalı olduğu anlamına elbet gelmiyor. Dahası, bir
önceki yüzyıldan farklı olarak bölgede bulunan ülkeler pasif bir
iktidar sahasının sakinleri olmanın ötesinde söz konusu rekabeti
belirleme ve yönlendirme gücüne sahip konumda. Yani diğer rekabet
türlerinden farklı olarak bu sefer, rakipler hem rekabetin öznesi
hem de nesnesi konumunda zira hepsi bölge ülkesi ve gerektiğinde
kendi ülkelerini bir pazar olarak sunarak da alışıla gelen dışsal
rekabeti gündem dışı bırakıyorlar.
Neoliberalizmin amentüsü, yabancı yatırım, borçlanma ve enerji
açığını kapatma küresel dengeler için bölge ülkelerini doğru
stratejilerle hareket etmeye sevk ediyor. Buysa değinilen rekabet
açısından önemli, zira kimin nerede ne kadar yatırımı olduğu, kime
borç verdiği çok boyutlu rekabetin seyrinde önemli bir harita.
Artık tank ve uçak sayısı gücün tek bileşenli göstereni değil,
Asya-Pasifik’te hiç değil. Bölge ekonomi, enerji ve dış politika
üzerinden yeni rekabetlere gebe. Özetle kurulu hegemonyanın devamı
ya da yenisinin kurulabileceği bu mecrada kartlar yeniden
karılıyor. Söz konusu bu durumu netleştirmek ve potansiyel
senaryoları incelemek için ABD, Rusya, Çin ve Japonya’nın çıkar ve
politikaları ekonomi ve enerji eksenli olacak şekilde ayrı ayrı ele
alınmayı gerekli kılıyor.