Küresel jeopolitiğin dönüşü, Kafkasya ve Türkiye

Jeopolitiğin yükselmesi, televizyon kanallarında daha fazla stratejist görülmeye başlanması iyiye alamet değil. Jeopolitiğin olduğu yerde soyut bir millet kavramı, bulanıklaşmış devlet çıkarı ve sınırları belirsizleşen toprak kutsanması insan unsurunu yok etmeye başlar. Jeopolitiğin dünyasında insan, bu üçlü için fedakarlık göstermesi gereken, gelecek nesiller için kendini feda etmesi beklenen bir araca dönüştürülür.

İlhan Uzgel iuzgel@gazeteduvar.com.tr

Suriye, Libya ve Doğu Akdeniz krizlerinden sonra, eylül sonunda başlayan Azerbaycan-Ermenistan çatışması, Türkiye’nin de parçası olduğu, etkilendiği bölgesel krizlerin yeni bir halkası oldu. Bu çatışmanın nedenleri, Türkiye’nin yeri, Rusya’nın rolü, askeri boyutu ve bölge siyaseti üzerindeki sonuçları, yazılı ve görsel medyada bölge uzmanları ya da uzman olmayanları tarafından kapsamlı olarak ele alınıyor. Bu yazıda çatışmanın içsel ve bölgesel dinamikleri yerine, küresel sistemin dönüşümü üzerinde durup, küreselleşmeden çekilme sürecinde jeopolitiğin öne çıkmasının bu tür bölgesel krizler üzerindeki etkilerini inceleyeceğim. Böylece, sorunun Ermenistan ve Azerbaycan’ı aşan boyutlarını, içinden geçerken tanımlamakta zorlandığımız bu önemli küresel dönüşümün Kafkasya gelişmelerine olan etkilerini daha iyi anlayabileceğimizi düşünüyorum. Buradaki amacım ayrıca bu döneme dair bir analiz çerçevesi oluşturmak. Bundan sonraki bazı yazılarda bu çok kapsamlı tartışmayı devam ettireceğim.

KÜRESELLEŞME VE LİBERAL DÜZENİN KISA ÖMRÜ

Kapitalizmin şekillendirdiği modern dünya tarihinde, kabaca 19'uncu yüzyıldan itibaren, siyasal olarak demokrasi ve insan haklarının küresel ölçekte değer olarak kabul edildiği ve yayıldığı, ekonomik olarak liberal ilkelerin her ikisinin aynı zaman zarfında uygulandığı tek bir kısa dönem var. O da 1990’ların hemen başında başlayan ve 2015 civarına gelince iyice zayıflayan zaman dilimi. Bu kısa dönem siyasal açıdan ilk darbesini 11 Eylül ve takip eden iki işgalle aldı, iktisadi olarak da 2008 krizinden sonra yalpalamaya başladı. İktisadi ayağını neoliberalizmin içte serbest piyasa, uluslararası düzeyde ise finans kapitalin öne çıkıp serbestçe dolaştığı, üretim, tedarik zinciri, yatırım gibi unsurların ulusaşırı nitelik taşıdığı, siyasal yönünü de demokrasi ve insan haklarının oluşturduğu bu düzene aslında kısaca küreselleşme diyorduk. Bu sürecin alt öğelerini uluslararası örgütlerin öneminin artması, demokratikleşme, güvenlik sektörü reformu, içte sivil toplumun güçlenmesi, bu çerçevede cemaat gibi oluşumların da buna dahil edilmesi ve en önemlisi kimlik siyasetinin öne çıkması oluşturdu. Siyasetten akademiye, toplumsal ilişkilere ve kültüre dek derin etkileri olan bu dönüşümde etnik ve dini kimlikler önem kazandı, toplumsal cinsiyet, kültür çalışmaları öne çıkarken, aydınlanma, evrenselcilik, pozitivizm zemin kaybetmeye başladı, toplumculuk yerine bireycilik yeni bir anlam kazandı, bireyin kişisel ihtiyaç ve arzularının merkeze alındığı yeni bir insan tipi oluşmaya başladı.

Bunun siyasete yansıması devletçi anlayışın yerini serbest piyasa ilkelerine bırakmaya zorlanması, Soğuk Savaş döneminde yerleşmiş güvenlik merkezli ve öncelikli siyasetin de geri çekilmeye zorlanması oldu. Türkiye kendi hesabına bu süreci AKP altında geçirdi ve bu dönem AKP’nin liberal olduğu iddiasında bulunduğu ilk dönemdir. Uluslararası politikada ise, örneğin 1990’larda ABD stratejisinde askeri güç konusunu arka plana atarak neoliberalizmi ve demokratikleşmeyi öne çıkardı, uluslararası örgüt sayısı arttı, Dünya Ticaret Örgütü kuruldu, ABD, AB bütünleşmesine destek verdi, hegemonyasının gücü altında liberal bir düzen inşasına çalıştı.

KÜRESELLEŞME VE BÖLGESEL ÇATIŞMALAR

Bu kısa süreli liberal dönemde bölgesel çatışmalar eksik olmadı ama bunların dinamikleri ve çözüm şekilleri farklıydı. Küreselleşmenin mantığı bölgesel çatışmaları çözüp, kapitalizme ve onun yeni modeli neoliberalizme alan açmaya dayanıyordu. Neoliberal küreselleşme kendi çatışma çözüm modellerini geliştirmeye başladı. Örneğin, Uluslararası Kriz Grubu bu dönemin ürünü olarak 1995’te kurulmuştur. 1990’lardan 2010’lara kadar devam eden bu dönemde Filistin için 1993 Oslo Anlaşmaları süreci, Bosna’da 1995’te Dayton, Meksika Zapatistalarla 1996’da imzalanan San Andres anlaşması, İrlanda Hayırlı Cuma anlaşması (1998), Kosova 1999, Türkiye için sonuç alınamayan Annan Planı (2004), Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki Karabağ sorununa dair 2007 Madrid İlkeleri, yine bir sonuca varmayan Kürt ve Ermenistan açılımları ve bu serinin son uzlaşısı sayılabilecek Bask sorununda 2011’de anlaşmaya varılması küresel düzenin bölgesel çatışmalara yönelik çözüm arayışları arasında sayılabilir. Bu girişimlerin bir kısmı askeri güç sonunda elde edildi, Bosna ve Kosova gibi, bazıları doğrudan diplomasi ve ikinci yol (second track) denen yöntemlerle yürütüldü. Sri Lanka ise 2009’da Tamillerin askeri güçle ezilmesine dayalı bir yöntem izledi ve eleştirilse de, bir şekilde bu sorunu bitirdiği için buna da göz yumuldu. İnsani müdahale (Kosova) ve koruma sorumluluğu (Libya 2011) buralarda kullanılan kavramlar oldu. Bunların kendi başına insancıl amaçlarla girişilen çabalar olduğunu savunmuyorum. Sonuçta dönemin sermaye birikim dinamiklerinin zorladığı, sermayenin küresel ölçekte yapılandığı, yerküreyi tek bir pazar mantığa indirgemeye çalıştığı, bu amaçla alan temizliği yaptığı, milliyetçiliği ve devletçi yapıları ayak bağı olarak gördüğü bir dönemi yaşadık. Bu süreçte bölgesel çatışmalar güvenliği öne çıkarıyor, devletçi refleksleri güçlendiriyordu. Bütün bu çözüm süreçlerinin içine gizlenmiş ABD hegemonyasının stratejik ihtiyaçları da bulunuyordu. Örneğin, Bosna ve Kosova çözümlerinin ardından ABD askeri varlığı bu ülkelere yerleşmişti.

Bir başka nokta da bu süreçte örneğin Afganistan ve Irak işgalleri gibi istisna olarak görülecek ABD emperyalist eylemleri. Ama bütün bu aykırı unsurlar ve iki işgal de, genel mantığı dışlamamış, bölgesel krizlere yaklaşımdaki temel mantık işlemiştir.

JEOPOLİTİK YÜKSELİRKEN

İki önemli gelişme küreselleşme sürecinin bazı yönlerinin geri çekilmesini ve özellikle ABD tarafından revize edilmesini gerektirdi. Bunlardan ilki 2008 kriziydi ve yalnızca ABD değil bütün kapitalist merkezde siyaseti yeniden düzenlemeye başladı. Bu süreç hâlâ devam ediyor. Batı’da dış ticarette korumacı önlemler artarken, iç siyasette sağ popülizm ve ırkçılıkta yükseliş var. İkinci olarak, Çin’in, beklentilerin aksine, ABD kontrolü dışında ve toplumsal-siyasal liberalleşme olmadan devlet kontrollü kapitalizm altında yükselişe geçmesi ile Rusya’nın dış politikasında giderek daha yayılmacı olmaya başlaması.

Bu gelişmeler jeopolitik kaygıları öne çıkarmaya başladı. Çin ABD’nin boşladığı her alanı doldurmaya başladı, bazı alanlarda ABD ile dolaylı mücadeleye girdi. Müttefiklerine dek uzanan bir küresel ekonomik etkinlik arayışına girdi, Güney Çin Denizi'nde jeopolitik görünürlüğünü artırdı, yüksek teknolojik silahlanmasına hız verdi. 1990’lardan 2000’lerin sonuna dek küresel sistemde rahat hareket eden, kimlik siyasetini, demokratikleşmeyi neoliberalizmin yanına eklemleyen ABD, Trump yönetimiyle birlikte açık bir jeopolitik mücadeleye döndü. Örneğin, ABD’nin 2017’den sonraki savunma belgeleri artık açıkça jeopolitik çekişmeden, büyük güçlerden bahsediyor, Çin, Rusya ve İran’ı ülke olarak işaret ediyor. Demokrasi ve insan hakları konusu bu belgelerde artık yer almıyor.

Şu an dünyadaki büyük güçlerin önemli bir kısmı da sağ popülist ya da otoriter rejimlerle yönetiliyor. ABD, Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya, İngiltere, Türkiye, Filipinler, Mısır, İsrail, Macaristan, Polonya gibi ülkeler sağa ve/veya otoriterliğe kaymış durumda.

2000’lerde hâlâ genişleyen ve yeni üye alan AB, artık üye kaybederken, NATO ayakta ve yeni üye alarak genişliyor. Rusya sert tepki vermeseydi Beyaz Rusya, Ukrayna ve hatta Kafkas ülkeleri de NATO üyesi olabilirdi. Hatta, Türkiye vetosu olmasa Kıbrıs Rum Cumhuriyeti şimdiye kadar NATO’ya girmişti.

1989’da liberalizmin zaferini ilan eden Fukuyama, Foreign Affairs dergisindeki son yazısında (Temmuz/Ağustos 2020) pandemi sonrası düzen için devleti geri çağırıyor, ABD siyasetinde ailecek liberal çizginin temsilcisi Hillary Clinton, Trump’ı dışişleri bakanlığını zayıflattığı için eleştiriyor, Çin’e karşı daha agresif bir siyaset öneriyor. ABD uluslararası örgütlerden çekilmeye çalışır ve içe daha fazla kapanma işaretleri verirken, insan hakları siyasetini bıraktığını açıkladı, devlet merkezli bir liderler diplomasisini uygulamaya koydu. Trump içinde Erdoğan’ın da adının geçtiği otoriter liderlere duyduğu ilgiyi açıklamaktan çekinmedi.

Bu yeni dönemde küreselleşme zayıflarken, içeride otoriterlik, sağ siyaset yükseliyor. 1930’ların kriziyle benzerlik gösterse de, günümüz çok önemli bir noktada ayrışıyor. 1930’lara paralel olarak küresel jeopolitik yükselirken, ondan farklı olarak kapitalizm iktisadi olarak hâlâ neoliberalizmden vazgeçmiyor ve devletçiliğe, sosyal devlete dair en ufak bir imayı bile gündeme getirmiyor. Dünya siyaseti günümüzde ekonomik olarak neoliberalizmin hâlâ hakim olduğu bir jeopotilik yükselişi ilk kez test ediyor.

YÜKSELEN JEOPOLİTİK VE BÖLGESEL KRİZLER

Bölgesel krizler bu yeni dönemin test sahâlârı olarak önem kazanıyor. Öncelikle coğrafi olarak üç bölgenin öne çıktığını belirtelim. Bunlar Güney Çin Denizi, Yemen-Kafkasya-Libya hattı ve Baltıklar. İlkinde ABD ve Japonya Çin’e karşı, Baltıklarda ise ABD-NATO Rusya’ya karşı çekişiyor. Yemen’den Libya’ya uzanan hatta ise çok fazla sayıda aktör bulunuyor. Burada İran, Rusya ve her zaman daha düşük profilli hareket etmeyi tercih eden Çin var. Günümüzde küresel jeopolitikteki ana gerilimler bu ikinci hat üzerinde yaşanıyor. Diğer bir değişle jeopolitik bu alana sıkışmış durumda. Türkiye ise bunun tam ortasında ve hepsine bulaşmış bir ülke konumuna geldi. Bu hat Çin’in, Rusya üzerinden giden kuzey hattının yanında, orta hat denen, Bir Kuşak Bir Yol projesinin hem kara hem deniz bağlantısını oluşturuyor. Bu daha derin ve karmaşık bir konu ve başka yazılarda bunu daha detaylı ele alacağım.

TÜRKİYE VE AZERBAYCAN’A KALAN

Bu dönüşüm ortamında Türkiye’nin AB üyeliği yerine AB yaptırımları konuşuluyor, Annan Planı yerine Kıbrıs’a daha fazla silah gönderilmesi söz konusu, ABD, Yunanistan ve Kıbrıs Rum Cumhuriyeti'yle askeri ilişkilerini geliştirdi, Araplarla yaptığı anlaşmalarda barış karşılığı toprak veren İsrail, artık toprak alıyor ve Filistin’e daha fazla baskı dayatıyor.

Küresel sistem mikro kimliklerden tekrar hakim ulus milliyetçiliğine, devletçi güvenlikçi yapıların güçlü olduğu bir döneme geçiş aşamasında. Bunun Türkiye ve Azerbaycan gibi ülke yönetimleri için bulunmaz nimet olduğu ortada. Jeopolitiğin yükselişi ve özellikle bu coğrafyanın önem kazanması aslında bu iki ülkenin önemini artıran gelişmeler. Azerbaycan kendi hesabına bu süreci daha rasyonel değerlendirdi. Jeopolitik mantık, Kafkasya siyasetinde ağırlığı Ermenistan’a değil Azerbaycan’a verir. Ermenilerin geçmiş üzerinden mağduriyet arayışına dayalı siyaseti günümüz jeopolitik mimarisinde prim yapacak bir koz olmaktan çıkıyor. Hazar’a kıyısı olan, daha büyük, Avrasya coğrafyasının kesişim alanında yer alan, boru hatları ve Doğu-Batı ulaşım hattının üzerinden geçtiği Azerbaycan artık çok daha değerli.

AKP ise bu dönüşümün iç politika boyutuna hızlı uyum sağladı. Otoriterlik, milliyetçilik, dış politikanın militarizasyonu ekseninde yükselen yeni siyasetin bir parçası, dünyada adı zikredilen örneği oldu. Ama dış politikasında ciddi hesap hataları yaptı. Türkiye’nin stratejik konum ve değerinin arttığı bu dönemde özellikle Doğu Akdeniz’de, Realpolitik’in kendi kuralları içinde, bozguna uğradı. Kendini, içine düşürdüğü duruma kavram arayan bir ülke haline getirdi.

Ne küreselleşmenin dünyası, ne de otoriterleşen ve militerleşen siyaset toplumlara, halklara bir fayda sağlıyor. Bu gelişmelerin kaybedeni yine toplumlar, çalışanlar, işsizler olacak. Çıkan savaş ve çatışmalarda onların hayatı kaybedilecek, onların ihtiyaçlarından kesilen kaynaklar silaha, uzak yakın coğrafyalardaki maceralara harcanacak.

Jeopolitiğin yükselmesi, televizyon kanallarında daha fazla stratejist görülmeye başlanması iyiye alamet değil. Jeopolitiğin olduğu yerde soyut bir millet kavramı, bulanıklaşmış devlet çıkarı ve sınırları belirsizleşen toprak kutsanması insan unsurunu yok etmeye başlar. Jeopolitiğin dünyasında insan, bu üçlü için fedakarlık göstermesi gereken, gelecek nesiller için kendini feda etmesi beklenen bir araca dönüştürülür. Bu siyasetin kazananı ise o anki hakim sınıflar, siyaset kastı, güvenlik siyasetinden beslenenler olur.

Bütün bunların günümüzde aldığı şeklin daha sağlam ve derinlikli analizi için Marksist bir jeopolitik analiz alanının zenginleşmesi, tartışmaların yoğunlaşması gerekliliği ortada.

Tüm yazılarını göster