Küresel karbon emisyonunun azaltılması nasıl sağlanır?

Yayınlanan son IPCC raporu, dünyayı bir yok oluştan kurtarmak için acilen harekete geçmemiz gerektiğini vurguluyor.

Abone ol

Matthew Paterson

Her birkaç yılda bir, Birleşmiş Milletler’in iklim bilimi organı olan Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC), iklim krizinin mevcut halini ele alan önemli bir rapor hazırlıyor. Yayınlanan en son IPCC raporu dünyaya zaten bildiği şeyleri aktardı ve bunlara daha da fazla aciliyet yükledi.

2014 ve 2018 yıllarında yayınlanan son iki rapor gibi, son IPCC raporu da doğrudan metinde ifade etmese bile, küresel ısınmayı (2015’te imzalanan Paris Anlaşması’nın hedefi olan) 1.5°C’yle sınırlamak hususunda makul bir şansa sahip olabilmek için, küresel emisyonların 2025 civarında zirveye ulaşması ve ardından sıfıra doğru hızla azalması gerektiğini açık biçimde görebilirsiniz. Bu zirveye ulaşmak ve onu tersine çevirmek için 11 yılımız vardı. Şimdiyse dört yılımız kaldı.

ACİLEN EYLEME GEÇİLMELİ

Rapor, emisyonların önümüzdeki yıllarda izleyebileceği beş farklı yolu ve bunlara bağlı farklı ‘iklim geleceklerini’ gözler önüne seriyor. Emisyonların mümkün olduğunca süratle azaldığı yol, ısınmayı 1.5°C’yle sınırlamak noktasında yüzde 50’den biraz daha az şans tanıyor. Bu senaryoda, dünya, zaman içinde toplam sera gazı emisyonlarını yaklaşık 500 gigaton karbondioksit (CO₂) değeri ile sınırlamak zorunda.

Rapor, şu an itibariyle dünyanın yılda yaklaşık 40 gigaton salım yaptığını (ve bunun gittikçe arttığını) gözler önüne seriyor. Bu, var olan seviyelerde geriye yaklaşık 12.5 yıllık emisyon bırakıyor. Hâl böyleyken, eğer 2050 yılına kadar dünya sıfır emisyona ulaşırsa, o zamana dek her yıl için emisyonlar 2021’in emisyonlarının ortalama yüzde 40’ından daha yüksek olmamalı.

Emisyonu önce zirveye taşıyıp ardından düşüş eğilimine geçiş yapmak teoride gayet basit görünür. Elektrik, inşaat ve ulaşım gibi sektörlerde, çok sayıda emisyonun kaynaklandığı ve mevcut alternatiflerin söz konusu olduğu alanlarda yapılabilecek birkaç büyük değişiklik var. Bunlar, şu koşulları içeriyor:

- Yeni fosil yakıt altyapısı kurulmasının yasaklanması. Kömür yakıtlı yeni enerji santralleri, yeni petrol ve gaz faaliyetleri ve havaalanı genişlemeleri olmamalı. Temelde, dünya, fosil yakıtların yayılmasını önleme anlaşması üzerinde anlaşmaya varabilir.

- Var olan kömür santralleri, rüzgâr santralleri gibi yenilenebilir enerji kaynakları ile süratli biçimde değiştirilebilir.

- Binaların enerji verimliliğinde büyük iyileştirmeler yapılabilir.

- Binalarda doğal gaz kullanımı ortadan kaldırılabilir; bunun yerine elektrikle çalışan ısıtma ve pişirme sistemleri yerleştirilebilir.

- Kara taşımacılığı, elektrikli (arabalar, kamyonlar, otobüsler, trenler gibi) araçlara ve şahsi arabalardan bisikletlere, yürüyüşe ve toplu taşımaya geçilerek karbondan arındırılabilir.

Bunların tamamını on yıl içinde başarmak teknik olarak mümkün. Buna karşın, temelde politik olan büyük engeller mevcut.

NEDEN BU KADAR GECİKTİ?

Fosil yakıt şirketleri, kâr oranlarını tehdit eden eylemleri önlemek için mücadeleye devam ediyor ve hükümetlerin mevzuatı zayıflatmaları ve kendilerine sunulan sübvansiyonları koruması amacıyla lobi faaliyetlerini sürdürüyor. Gerçekleşen son G20 zirvesinde olduğu gibi bir dizi forumda eyleme geçişi yavaşlatmak için Avustralya, Polonya, Rusya ve Suudi Arabistan gibi yeterli sayıda ülkede ve bunlarla çelişen çıkarlara sahip olan Kanada, Hollanda, ABD ve Norveç’te yeterli desteği buluyorlar. Fosil yakıt endüstrisinin gücü, İngiltere’nin Kuzey Denizi petrol ve doğalgazına verdiği sürekli destekte görüldüğü üzere, görece güçlü iklim politikaları uygulayan ülkelerde bile çeşitli anlaşmazlıklar doğuruyor.

Emisyonlardaki küresel eşitsizlikler de ele alınması gereken mühim bir konu olmayı sürdürüyor. Gelişmekte olan ülkelerde emisyonların hızla arttığına tanık oluyoruz; buna karşın, çoğu sanayileşmiş ülkede istikrarlı ya da hafif biçimde azalan emisyonlar söz konusu. Küresel çapta emisyonları zirveye çıkarmak, ABD, İngiltere ve Almanya’da küresel ortalamadan çok daha hızlı biçimde düşüşler yaratmakla birlikte, Çin ve diğer ülkelerde emisyon artışını engellemek anlamına geliyor. Bu işin politikası hassas ve karmaşık.

Akabinde, bu süratli değişimin nasıl finanse edileceği sorusu var. Bu ise, yenilenebilir enerji yatırımlarını sahaya sürmeyi, enerji verimliliği ve elektrik gücüne geçiş için binaların büyük oranda yenilenmesini ve elektrikli araç altyapısının inşasını hızlandırmayı gerektiriyor. Aynı zamanda, gelişmekte olan ülkelerde bu tür geçişlerin yapılabilmesi için küresel çapta büyük bir finansman faaliyeti de gerektiriyor. Peki ama bu para nasıl harekete geçirilmeli?

Geride kalan kırk yıllık dönemde neoliberal ortak akıl, özel finansmanı destekledi. Ne var ki, bu çabayı serbest piyasanın ellerine bırakmak yeterli olmayacak. Fosil yakıtlar, yenilenebilir enerjinin maliyet-rekabet gücüne karşın, yenilenebilir enerji yatırımlarından daha kârlı. Düşük karbonlu sektörlerde yeterince yatırım sağlayabilmek için kamu maliyesi kavramlarını yeniden canlandırmak gerekebilir. Farklı ülkelerde yeni yeşil anlaşmaların ortaya çıkmasında bu eğilime doğru bir miktar yönelme olsa bile, bu yönde çok daha büyük bir baskıya ihtiyaç var.

Ve tabii ki, dünyanın geri kalan kısmı diğer krizlere takılıp kalıyor. Bunlardan en belirgin olanı, çoğu ülkede iklim eylemine zarar veren, yeni politika ilanlarını geciktiren, hem salgın hem de ekonomi alanlarında iyileşmeye odaklanmamızı gerektiren Covid-19 krizi. Covid-19’la başa çıkabilmek için gereken yatırım düzeyi kimi fırsatlar sundu fakat şu ana dek görülen kanıtlar, dünya ekonomisinin yüksek karbonlu büyümeye doğru geri döndüğünü gösteriyor. Öte yandan, Covid-19, siyasi liderler üzerindeki iklim değişikliği konusunda bir şeyler yapma baskısını azalttı. Küresel çapta karantinaların yürürlüğe girmesinden hemen önce ortaya çıkan protesto hareketlerini (okul grevleri, ‘Yok Oluş İsyanı’…) örgütlemek çok zor olmuştu.

COP26'NIN ÖNEMİ

IPCC’nin yayınladığı rapor, Kasım 2021’de Glasgow’da gerçekleştirilecek olan ve ‘COP26’ adıyla bilinen Birleşmiş Milletler iklim müzakerelerinde dünya liderlerinin tartışmalarında bilgilendirme amacıyla kullanılacak. Bununla birlikte, emisyonları aşağı doğru bir gidişata oturtmayı engelleyen birçok şey varken, dünya bu iki haftalık toplantıdan ne umut edebilir?

Bir takım şeyler yapılabileceği aşikâr. Bu, daha zengin ülkelerin, büyük kısmını kendi yarattıkları bir krizin yükünü taşımaya mecbur bıraktıkları yoksulların kayıplarını nasıl telafi etmeleri gerektiği meselesi gibi, küresel eşitsizlikleri ele almak için kilit bir nokta. Bunun gibi sorunlar, 1991 yılında müzakerelerin başlamasından beridir BM iklim sürecini engellemeye devam ediyor. Ulusal hükümetlerin, Paris Anlaşması’nda önerilen küresel sıcaklık sınırının genel hedefine ulaşmak için ‘ulusal bağlamda belirlenen katkılar’ diye bilinen yeni taahhütler sunması gereken yere geldik.

Bu taahhütlerin bir kısmı hâlihazırda yayınlanmış durumda fakat küresel eylemi önemli ölçüde güçlendirdiklerine ilişkin işaretler olumlu değil. ABD Başkanı Joe Biden’ın nisan ayında düzenlediği zirveye karşın, şu ana dek dünyaya öncülük eden devletlerin 2015 yılında Paris Anlaşması’nın önünü açan bir hareketlenme yaratarak birbirlerini taahhütlerini geliştirmeye ikna etmelerinin bir anlamı yok.

Diğer yandan, COP26’nın kendisinden çok şey beklemek, emisyonların zirveye çıkmasına ve azalmasına neden olan kritik eylem alanlarını gözden kaçırmamıza neden olur. Paris Anlaşması’nda sorumlu olanlar ulusal hükümetlerdir. Ve eylemin önünü tıkayan çekişmelerin büyük kısmı ülkeler arasında yaşanır.

Bu aşamada, insanlar, fosil yakıt şirketlerinin etkisinden daha fazla etki yaratmak, karbonsuzlaşmayı finanse etmek ve Covid-19’dan sonraki ekonomik iyileşmeyi düşük karbonlu bir geleceğe yönlendirmek doğrultusunda dikkatlerinin büyük kısmını yeni yollar bulmaya odaklamak zorunda.

Yazının orijinali The Conversation sitesinden alınmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)