Çin’in ‘yükselişi’, Çinli şirketlerin, kalkınmacı neoliberal devlet desteğiyle birçok ürün piyasasında Amerikan hakimiyetine son vermesi anlamına geliyordu. Bunu engellemek için ABD, Obama döneminden başlayarak, Çin’i özellikle kendi bölgesinde, Asya-Pasifik’te köşeye sıkıştıracak bölgesel projeler üretmeye başladı. 2012’de Çin’i dışlayan Trans-Pasifik Ortaklığı’na (TPP) Çin, ABD’yi dışlayan Bölgesel Kapsamlı Ekonomik Ortaklık (RCEP) ile yanıt verdi. Endonezya, Vietnam, Japonya, Avustralya gibi Asya-Pasifik’in küçük ülkeleri iki dev arasında seçim yapmak zorunda bırakılmak istemediklerini iki girişime de üye olarak gösterince, maç ortada kaldı.
Ertesi yıl, Çin, Kuşak ve Yol Girişimi’ni (KYG) başlattı, ki zaman içerisinde sadece tarihi İpek Yolu ve Baharat Yolu’nun izini süren bir bölgeselleşme olarak kalmayıp, Kuzey Amerika hariç tüm dünyayı kapsayan bir ikili ilişkiler ağı haline geldi. KYG, Dünya Bankası ve IMF gibi, Batı güdümündeki uluslararası örgütlere alternatif mi, gelişmekte olan ülkeler için yeni bir borçlandırma tuzağı mı tartışmaları o gün bugündür devam ediyor. KYG’ye karşılık ABD, Çin’in bölgesel rakibi Hindistan’ı merkeze alan Hint Pasifiği bölgesini, deyim yerindeyse, icat etti.
Buna rağmen, KYG, Trump döneminin yarattığı güvensizlik sayesinde gelişti, serpildi. Biden göreve geldiğinden beri en öncelikli hedefinin Çin olduğunu gösteriyor. Çevre konusunda iletişimi devam ettirmeye gayret etseler de, Çin-ABD ilişkileri gerginliğini koruyor. Biden, geçtiğimiz aylarda "Daha İyi Bir Dünyayı Yeniden İnşa Et" (B3W) adlı bir girişim başlattı. B3W, KYG’yi zayıflatmayı amaçlayan bir proje, henüz ayrıntıları belli değil ama gelişmekte olan ülkelere KYG’nin bir parçası olmamaları koşuluyla teknik ve finansal destek sözü veriyor. Bir bakıma, yukarıda bahsettiğim TPP-RCEP çekişmesi yeniden yaşanacak gibi duruyor. Küçük ülkelerin bir kez daha taraf olmayı reddetmesi oldukça mümkün. ABD de bunu görüyor olmalı ki, Harris, Taliban Afganistan’da hakimiyet kurarken Vietnam ve Singapur’u ziyaret ederek iki söz verdi: Birincisi, hiçbir Amerikan müttefikinin Afganistan’la aynı akıbeti paylaşmayacağı; ikincisi ise, küçük ülkelerin iki süper güç arasında seçim yapmaya zorlanmayacağı. Bu iki sözden ABD’nin Trump sonrası dönemde saygınlığını yeniden kazanma konusunda zorlandığı sonucunu çıkarabiliriz.
Trump’ın önümüzdeki seçimlerde yeniden aday olacağını açıklaması, Asya-Pasifik’te Biden hükümetinin kalıcı olmadığı, dolayısıyla verdiği sözlerin güvenilir olmadığı yönünde bir kanı oluşturuyor. Bu bölgede, ABD’nin meşruiyetinin gittikçe azalması karşısında yeni bir aktör devreye girdi: Avrupa Birliği. Asya bölgesindeki varlığı daha çok ekonomik ve toplumsal konularla sınırlı kalan AB, ABD’nin neredeyse ölü doğmuş Hint-Pasifik bölgesini yeniden canlandırmak için Hint-Pasifik Stratejisi adlı bir dış politika belgesi yayınladı. Bu belge, bir yandan Asya’da Batı blokunun meşruiyetini kurtarmayı amaçlarken, bir yandan da ABD’den bağımsızlaşmayı da öngörüyor denebilir. Bu belgeye göre, AB, ASEAN gibi Asya’daki küçük ülkelerle ilişki kurarak ilerleyecek ve ABD’nin TPP ve B3W girişimlerinin aksine Çin’i dışlamayacak. Yaptırımlar yerine sürdürülebilirlik ve ticaret gibi ‘yumuşak’ konulara odaklanacak.
Bu girişimle, AB, Çin’le ilişkilerde ABD’nin vesayetinden kurtulmayı da hedefliyor belli ki. Küçük ülkelerle onların şartlarıyla iletişim kurmak ve Çin’le kendileri arasında seçim yapmaya zorlamamak ABD’nin yeni fark ettiği dış politika gereklilikleri. Biden ilk iktidara geldiğinde, AB’yi Xinjiang meselesinde Çin’e yaptırım uygulamaya zorlamıştı. Bunun sonucu olarak, AB ülkelerinin birçok önemli sivil toplum kuruluşu ve kanaat önderi mesleğini yapamaz hale geldi. Şimdi AB, Çin’e ve Doğu Asya’ya karşı ABD’den görece bağımsız bir dış politika çizgisi belirleyerek yola devam etmeye çalışıyor. Çin de bu çabayı karşılıksız bırakmayarak, Doğu Akdeniz gibi AB’nin komşu bölgelerinde yeşil yatırımları için AB’nin kriterlerine uyarak aynı pazarda rekabet etmeyi kabul etti. Küresel köşe kapmaca, Asya’nın da iki ucunda hızlanarak devam ediyor.