1980’li yıllar ile 2008 krizi arası dönem, dünya genelinde merkez bankalarının itibarlarının arttığı yıllar idi. 1979’da ABD merkez bankası başkanlığına getirilen ve 1987’ye kadar bu görevde kalan Paul Volcker, sermaye çevreleri tarafından ABD ekonomisini uçurumun eşiğinden alan kişi ilan edildi. Ardından gelen Alan Greenspan ise, 2006’da görevden ayrılana kadar aynı çevreler tarafından merkez bankacılığın “gurusu” olarak görüldü. Özellikle ABD ekonomisi için bu dönemin temel mottosu Büyük İtidal (Great Moderation) idi. Büyük İtidal’in anlamı, 1970’lerdeki kriz sonrasında ABD ekonomisinin istikrar kazanması, gerek enflasyonda gerekse büyümede büyük oynaklıkların ortadan kalkmasıydı. Bunun farklı nedenleri tartışılsa da, merkez bankaları bu süreçte kendi paylarının büyük olduğunu düşünüyordu. 2000’lere gelindiğinde, gelişkin makroekonomik modeller sayesinde artık büyük çaplı ekonomik oynaklıkların ve hatta ekonomik krizlerin geride kaldığı, anaakım iktisatçılar ve merkez bankacılar arasında yaygın bir inanç haline gelmişti. Ta ki, 2008’de tüm bu ışıltılı dünya çökene kadar!
KRİZİN AŞAMALARI
2008’de patlak veren küresel ekonomik kriz farklı aşamalardan geçti ve halen etkisini sürdürüyor. Krizin ilk aşaması, ABD’de yaşanan çöküş idi. ABD’deki çöküş sonrasında batan şirketlerin kurtarılması, faiz oranlarının sıfıra yakın bir noktaya çekilmesi ve sonrasında da art arda uygulanan parasal genişleme programları, krize karşı verilen üç temel politika tepkisi idi. Krizin Avrupa’ya varması uzun sürmedi. Kriz Avrupa’yı vurduğunda, krizin ikinci aşaması başlamış ve firmaların iflasları düzeyinden devletlerin iflası düzeyine geçilmişti. Avrupa’da politika yapıcıların krize karşı uyguladığı program, ABD’dekinden farklı olarak, kemer sıkma uygulamalarına dayanıyordu. Bu politikalar, görünüşte, emek verimliliği Kuzey Avrupa ülkelerine göre düşük olan Güney’li ülkelerin emek piyasalarının esnekleştirilmesine ve bu yolla üretkenliğin artırılarak ülkelerin dış açıklarının kapatılmasına dayanıyordu. Ancak yaşanan, krizin daha da derinleşmesi ve Avrupa genelinde çalışanların ellerinde kalan son sosyal haklarının da tasfiye edilmesi oldu. Bu süreç halen devam ediyor.
ÜÇÜNCÜ AŞAMA
Küresel ekonomik krizin üçüncü aşaması, 2012 sonrasında “yükselen piyasalar” olarak adlandırılan ülkelerin ekonomik büyüme temposunun düşmesi ile kendini gösterdi. Burada kritik olan yükselen piyasalarda sermaye akımları ile ekonomik büyüme arasındaki pozitif ilişki idi. Bu sayede, merkez ülkelerde kredi genişlemesinin yaşandığı 2000’li yıllarda yükselen piyasalar kuvvetli ekonomik büyüme performansı sergileyebilmişti. 2008 ve 2009’daki iki daralma sonrasında, özellikle ABD’de krize karşı verilen politika tepkisi parasal genişleme olarak şekillenince, yükselen piyasalara yönelen sermaye akışı hızlandı ve 2010 ile 2011 yükselen piyasalar için yeniden kuvvetli büyümenin yaşandığı yıllar oldu. Türkiye’de bu dönem “krizin teğet geçmesi” olarak tartışılmıştı.
ÜÇÜNCÜ AŞAMA İÇİNDE UZATMALAR
Bu anlamda, yükselen piyasalar için esas olarak sermaye hareketlerinin tersine dönmeye başladığı 2012 sonrası dönem, küresel ekonomik krizin esas etkilerinin ortaya çıkması anlamına geliyordu. Ancak 2012-2015 arasında dalgalı seyir izlese de büyük ölçüde yükselen piyasalardan çıkış yönünde olan sermaye akımları, 2016’ya gelindiğinde yeniden tersine döndü. Yani, 2016 itibariyle yükselen piyasalar için ekonomik büyümenin motoru olan sermaye akımlarının yeniden canlanması, 2010-2011 dönemi kadar yüksek büyüme rakamlarını getirmese de, 2012-2015 arasındaki düşüş eğiliminin duraklamasına neden olabilir.
AŞAMALAR ARASINDAKİ BAĞLANTILAR
Ancak burada altını çizmemiz gereken, küresel krizin farklı aşamalarının, birinin bitip diğerinin başladığı ardışık bir ilerlemedense, birbirini tetikleyen ilişkisel bir düzeyde hareket ettiğidir. Bu ilişkisel hareketin iki boyutu var. İlki dünyada kabaca 1970 krizi sonrasında oluşan yeni finansal mimarinin tepesinde Wall Street’in olduğu hiyerarşik bir yapıda olmasıdır. Bu özellik, ABD’nin hegemonik devlet olma özelliğini sürdürmesinden ve FED’in de fiili olarak dünyanın merkez bankası olarak işlev görmesinden kaynaklanır.
İkincisi de yine aynı dönemde yaşanan finansal bütünleşme sonucunda, sistemin herhangi bir noktasında yaşanan sorunların hızla diğer noktaları da etkiliyor olmasıdır. Yani sermaye hareketlerinin serbestliğinin merkezinde olduğu finansal bütünleşme süreci, ekonomik büyümenin olduğu yıllarda büyümenin katalizörü olurken, kriz yıllarında krizin etkilerini daha da derinleştiren bir işlev görmektedir. Bu çerçeveden baktığımızda, krizin birinci ve üçüncü dalgaları arasındaki bağlantı, FED’in faiz kararı üzerinden kurulmaktadır.
FED'İN TUTUMU
Bu nedenle krizin üçüncü aşamasının nasıl ilerleyeceğini öngörebilmek için yükselen piyasalardaki gelişmeler kadar -hatta onlardan çok- ABD ekonomisindeki gelişmelere ve bu bağlamda FED’in faiz kararına odaklanmak gerekir. Hatırlatmak gerekirse, FED geçtiğimiz yılın Aralık ayında sembolik de olsa uzun süredir ilk kez faiz artışına gitti. Ancak daha önemlisi 2016 içinde bu faiz artışlarını dört defa daha tekrarlanabileceğini ilan etmesiydi. Ancak vaat edilen bu artışların hiçbirinin gerçekleşmemesi yanında, ABD ekonomisinden gelen karışık sinyaller, olası faiz artışının bu yıl içinde gerçekleşmesi ihtimalini giderek azaltıyor.
YELLEN'IN JACKSON HOLE KONUŞMASI
Geçtiğimiz hafta FED başkanının konuşmasını dinleyerek, FED’in olası faiz artışı takvimi ile ilgili ipuçları yakalamaya çalışan ekonomi medyası, Jackson Hole toplantısı sonrasında hayal kırıklığına uğradı. Zira Yellen’in konuşması ne önemli bir sürpriz ne de yeni bir açıklama içeriyordu. Konuşmasında Yellen, ABD ekonomisinin hanehalkı harcamaları öncülüğünde büyüdüğünü ancak büyümede özel sektör yatırımlarının halen istenilen düzeyde olmadığını vurguladı. Devamında ise, enflasyonun hedeflenen yüzde 2 düzeyinin altında olmasında enerji ve ithal mallarının fiyatlarındaki düşüşlerin etkili olduğunun altını çizerek önümüzdeki birkaç yılda enflasyonun yüzde 2 düzeyine ulaşabileceğine ve faiz artışının bu durumda gerçekleşebileceğine işaret etti.
SORUNLAR SÜRÜYOR
Toparlamak gerekirse, aralarında Türkiye’nin de olduğu yükselen piyasalar için ekonomik büyümenin sürmesinin koşulu, ABD ekonomisindeki toparlanmanın gecikmesidir. Bu ilişki aynı zamanda krizin üçüncü aşamasının uzamasını da açıklıyor. Kısacası, 2016’nın ilk yarısı itibariyle yükselen piyasalar için ekonomik kötüleşme geçici olarak durakladı. Ancak bu geçici duraklama, ne küresel krizin ne de yaşanan diğer ekonomik sorunların sonu anlamına geliyor.