Goethe Enstitüsü'nün Tarabya Kültür Akademisi ile yaptığı ilk kültür ve sanat festivali, Türkiye - Almanya arasındaki işbirliğini görünür kıldı. Şanlıurfa'daki UNESCO Dünya Kültür Mirası Göbeklitepe üzerinden, iki ülkeyi birleştiren en eski bağın ise, arkeoloji ve bira kültürü olduğu bir daha tescillendi. Göbeklitepe'nin ana sponsoru da, yine bir eski bira fabrikası olan Bomontiada'yı kültür sanata tahsis eden, Doğuş Grubu.
Mevsim (a)normalleri ve alkole yönelik özel tüketim vergisinin
(ÖTV) hatırı sayılır derecede (15.5) artış yaşadığı şu günlerde,
kültür sanat etkinlikleri de bu hararetle rekabet eden ilginç
önerileriyle, sistemin adını 'tatil' koyduğu 'boş vakitlerin'
kıymetini bilmeye, bildirmeye çalışıyor.
Bunların ilki, geçtiğimiz günlerde İstanbul Tarabya'daki, denize
nâzır Almanya Büyükelçiliği Yazlık Rezidansı'nda yer aldı. Rezidans
programı, Almanya'nın Ankara Büyükelçiliği tarafından yürütülüyor.
Programın küratörlüğünü ise, Alman Kültür Merkezi olarak da
andığımız Goethe Enstitüsü üstlenmekte.
Bu yönüyle, 2012'de Almanya Federal Meclisi'nin girişimi ile
kurulan Tarabya Kültür Akademisi de, 30 Haziran'da, ilk 'Kültür ve
Sanat Festivali'ni düzenledi. Türkiye - Almanya arasındaki sanatsal
alışverişi destekleyen etkinlik kapsamında, yılda yaklaşık 20
sanatçı, Tarabya'daki rezidans arazisinde yer alan konutlarda
konaklama, çalışma ve Türkiye'deki sanat çevreleriyle ilişkiye
geçme şansını yakalıyor. Projenin altı yıllık ilişki geçmişine
baktığımızda , yazar Nino Haratischiwili, fotoğraf sanatçısı Jim
Rakete, oyun yazarı Marianna Salzmann, cazcı ve besteci Angelika
Niescier ve güncel sanatçı Nevin Aladağ gibi isimler, bu olanaktan
beslenmiş bulunuyor.
Proje ekseninde akademiye 2018/19 dönemi kapsamında gelmeye hak
kazanan isimler ise bu yıl, beş kişilik bağımsız bir jürinin
kararıyla seçilmişler. Bu yılki jüride, Berliner Festspiele eski
direktörü, yazar Joachim Sartorius, Maxim Gorki Tiyatrosu Sanat
Direktörü Shermin Langhoff, caz piyanisti Julia Hülsmann, film
yönetmeni Feo Aladağ ve İslâm bilimci, gazeteci Rainer Hermann
bulunuyor.
İşte, 30 Haziran Cumartesi günü 15.00'de başlayıp, gece yarısına
doğru biten ilk kültür sanat festivalinde de, bu zenginliğin yeni
bir yansıması var gibiydi. Almanya İstanbul Başkonsolosu Dr.Georg
Birgelen ve Goethe Institut İstanbul Müdürü Dr. Reimar Volker'in
'hoş geldiniz' temalı ve rezidansın tarihsel oluşum hikâyesi
eksenli ılık karşılamalarını, cazcı Defne Şahin'in, Baki Duyarlar
(piyano), Volkan Hürsever (bas) ve Ediz Hafızoğlu (davul) ile
kurdukları İstanbul Dörtlüsü'nün 2016 tarihli Unravel albümünden
notalar devraldı.
Bilemeyip, ilk kez gelenler için İstanbul'da kayıp, mavi ve
yeşilin sessizce seviştiği bir 'gizli bahçe' olarak, meraklı
sincapların şahitliğinde tarif edebileceğimiz rezidanstaki
festivalin ilk ayağında, bunun yanı sıra, okuma ve söyleşiler de
izleyiciye sunuldu, alkollü, alkolsüz içecekler, yiyecekler
tüketildi. Berlin ve İstanbullu yazar ve oyuncuların alkışlandığı,
yaklaşık 500 kişinin iştirak ettiği günde, Olga Grjasnova, Katerina
Poladjan, Didem Balçın ve Judith Rosmair, akademinin tatlı
tabiriyle "sahne veya kitap sayfaları arasında, kadınları bugün
hangi konuların ilgilendirdiğine" baktı.
Lena Alpozan, Pia Entenmann ve Çiğdem İkiışık'ın büyük emeğiyle
gerçekleşen festivalde, heykelin imkânlarını bedenle mukayese eden
performans sanatçısı Nezaket Ekici'den, DJ olarak etkinliğe katılan
Mor ve Ötesi grubu kurucu üyesi, solist ve gitarist, aktivist Harun
Tekin'e, geçtiğimiz haftalarda özel söyleşisini sizinle paylaştığım
Alman şair-yazar Matthias Göritz'den, çağdaş sanatçılar Philipp
Lachenmann, Yvonne Wahl ve bilhassa rezidanstaki Pop-Art ile DaDa
ruhlu monokrom fotografik kolaj özgün baskıları ve tuval üzerine
baskı resimleriyle aklımı başımdan alan Funda Özgünaydın'a kadar,
pek çok isim yer aldı.
Etkinlikte aynı akşam, Hera Yayınevi'nce 2000'de çıkan
'Kuytumda' isimli çalışmasının ardından, Kırmızı Kedi etiketli
'Belki Sessiz' isimli ikinci kitabıyla art arda baskı yapan ve
eserleri Almancaya çevrilen ödüllü şair Gonca Özmen, meslektaşları
Efe Duyan ve Göritz ile sahne alarak, birbirlerinin kelimeleri ve
dünyaları arasında gezindi, onları büyük bir sempati ve empatiyle
seslendirdi, izleyiciyle bir araya geldi, dahası kendilerine de
duduk sanatçısı Özgür Ersoy yürek keseleyen notalarıyla refakat
etti.
.
Yazlık sinema, yerleştirme, performans ve stüdyo ziyareti gibi
bir çok etkinliği rezidans alanına hemzeminde sığdıran ve adeta
'ilişkisel estetik' mefhumunu teneffüs ettiren bu çok samimi,
karnavalesk - festivalin, gelecek yıl yine en az aynı disiplinler
arasılık içinde yapılacağından kuşku duymuyorum. Hatta gelecek yıl
engellilere ve böylesi bir festivali belki de hayatında hiç
tatmamışlara, çocuklara yönelik pedagojik bir yaklaşım bile, niçin
güdülmesin ki?
Ancak, ta İkinci Abdülhamid tarafından Alman İmparatorluğu'na
armağan edilen etkinlik alanının diplomatik oluşu nedeniyle,
yaşanılan olağan güvenlik koşullarından ötürü, festivalin ileri
yıllarda katılım açısından daha da 'sivilleştirilmesi' yönünde
birtakım yapıcı tedbirlerin de alınabilmesi gerektiğini
düşünüyorum.
Bu konuda sözgelimi, izleyicinin etkinliğe katılımını
kazandırıcı veya sağlayıcı kimi kültür-sanat ağırlıklı yarışmalar,
dil ve genel kültür zemini olan anketler veya iki ülke arasındaki
ortak tarihe gönderme yapan birtakım metinler üzerinden türlü
çekiliş soruları pekalâ tasarlanabilir. Böylece festivale, Türkiye
ve Dünyadan daha fazla sivil izleyicinin aktif katılımı
sağlanabilir.
Bu söylediğim, sadece yakın gelecekteki Alman kültür
faaliyetleri adına değil, Türkiye'de çalışan İspanya, İtalya,
Fransa, Hollanda ve İsveç ile İngiltere ve ABD gibi belli başlı
ülkelerin Türkiye'de kendi logoları altında verdikleri kültür sanat
politikalarını da bağlayıcı olabilir, pekalâ..
Yeri geldi, iletelim: Tarabya Kültür Akademisi ve alanı ile
ilgili daha yoğun bilgiyi, buradan da
edinebilirsiniz: Gelin, yüzde 15.5 ek ÖTV'nin insana 'abi
bize iki ellilik daha, ama soğuk ver, sana zaamet' dedirten Alman
usulü yazlık etkisiyle, küresel kültüre bambaşka bir açıdan
bakalım. Türkiye / Osmanlı İmparatorluğu ve Almanya arasındaki
tarihi ilişkilerin derinliğine bir emsal de, halihazırda sürdürülen
Göbeklitepe kazılarıyla kendini göstermekte.
Bilindiği gibi, dört sene evvel 53 yaşında yitirdiğimiz, merhum
Alman Prof. Dr. Klaus Schmidt'in 1994 itibariyle başını çektiği bir
kazı ömrü bulunan Göbeklitepe konusunda çok önemli katkılar veren
Alman Arkeoloji Enstitüsü, yine İstanbul Gümüşsuyu'ndaki Alman
Büyükelçiliği'nden idare olunuyor.
İlk kez 1963 yılında İstanbul ve Chicago üniversitelerinden
görevlilerinin yüzey araştırmaları sırasında fark edilen
Göbeklitepe'deki kazı çalışmalarını, 1995 yılından bu yana
Şanlıurfa Müzesi ve Berlin Alman Arkeoloji Enstitüsü ortaklaşa
yürütüyor.
Ve yine bilindiği gibi geçen hafta, - ABD ve İsrail'in bir sene
önce 'yapısal reform' talebiyle çekildiği - Birleşmiş Milletler
Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü UNESCO, Bahreyn'de düzenlediği
42'nci birleşiminde, Göbeklitepe'yi Dünya Kültür Mirası Listesi'ne
aldı. Bölge bundan önce geçici olarak aynı sıfata sahipti.
UNESCO'nun küresel listesi için bu kaynağı kullanabilirsiniz:
Böylece Türkiye'deki UNESCO Dünya Kültür Mirası varlıklarının
sayısı da 18'e ulaştı. Ancak anımsatalım, aynı UNESCO'nun,
Türkiye'deki İstanbul (tarihi yarımadası) ve Diyarbakır (Kalesi ve
Hewsel Bahçeleri) özelinde öne çıkan kültür tahribatına yönelik
kayıtsızlığı da, 'Karşı Forum' adı altında iki sene önce düzenlenen
sivil-akademik bir girişimle ağır eleştiri alarak, ete kemiğe
bürünmüş idi. Bu konudaki haberleri de İnternet ve basın
kaynaklarında bulabiliyoruz.
Tabii şimdi bunun zamlı alkol özel tüketim vergisi ve Almanya
ile ne alâkası var, diyebilirsiniz.
Naçizane zannım o ki, Şanlıurfa yakınlarındaki, - Alfa
Yayınları'ndan çıkan Andrew Collins imzalı kitaba göre - 2000'de
Dünya ile tanıştırılan Göbeklitepe'yi asıl 'göbekli' kılan, bölgede
binyıllar öncesinden yetiştirilen buğday ve üretildiği de,
tüketildiği de bilimsel olarak ileri sürülen, bira idi. Malûm,
Almanya ve bira ilişkisi de ülkedeki bira markaları ile Oktoberfest
gibi bir festival üzerinden, yeterince sempatikçe, ortada, değil
mi? Türkiye ve Almanya, birbirine bira göbeğinden de bağlı
yani.
Bu yönüyle, İnternet üzerindeki harikulade bilgi kaynağı,
Göbeklitepe araştırmacısı arkeologların e-gazeteleri
'Tepetelegrams'dan öğreniyoruz ki, yörede haznesi 160 litreye
varan, kalker bira yapım 'fıçı- kazanları' keşfolunmuş. İngilizce
bu kaynak ve dahası için meraklıları şuraya alalım:
Kebabı, sıra geceleri ve çok kültürlü dinsel-evrensel mirasıyla
güçlü Şanlıurfa'nın hemen 20 km. yakınlarında bulunan
Göbeklitepe'nin ne demek olduğunu, Doğuş Grubu da İsviçre'nin Davos
kenti Dünya Ekonomik Forumu'nda bu alanı Dünyaya tanıttığı 2015'ten
bu yana epey anlamış görünüyor.
CEO'luğunu kendisi de Şanlıurfalı olan Hüsnü Akhan'ın yaptığı,
yönetim kurulu başkanlığı ise Ferit Şahenk'e ait grup bu yönüyle,
bölgenin arkeolojik kazı ve tanıtım desteğini 20 yıl boyunca
üstlenmiş durumda.
UNESCO'nun tarifiyle Göbeklitepe, şöyle özetleniyor:
"Türkiye'nin güneydoğusunda bulunan Germuş Dağları'nda yer alan
Göbeklitepe'de, tarihi MÖ 9600-8200 yıllarına dayanan anıtsal,
dairesel ve dikdörtgen megalitik (taşların harçla değil geçmeli
olarak birbirine tutturılması) yapılar yer alıyor. Bu yapıların
mezarlık ritüelleri ile bağlantılı olarak yapıldığı düşünülüyor. 11
bin 500 yıl önce yapılan T biçimindeki sütunların üzerinde,
Mezopotamya'da yaşayan insanların inançlarına ve yaşam biçimlerine
ışık tutacak vahşi hayvan figürleri bulunuyor."
Gelin, Göbeklitepe'nin Dünyadaki belki de ilk kültür ve inanç
turizmi merkezi olabileceğini düşündüren ve günümüz açgözlü
kapitalizminin ezelden ebede doğaya ettiklerini ironik biçimde
çağrıştıran, Andrew Collins imzalı, 'Neolitik Devrim' başlıklı şu
satırlara da (s.17-18) bir bakalım:
"Göbeklitepe'deki kazılardan sorumlu olan ileri görüşlü Alman
arkeolog Prof. Klaus Schmidt, Neolitik devrimin, arkeologların
'triangle d'or', yani altın üçgen olarak söz ettiği bölgenin bir
kısmını oluşturan Güneydoğu Türkiye'de bulunan bu türden megalitik
yapıların bir sonucu olarak ortaya çıktığına inanır. Schimdt,
Göbeklitepe'deki yapıların inşasında ve bakımında rol alan yüzlerce
insanın yerel olan mevcut gıda kaynaklarını kısa sürede tüketmiş
olması gerektiğini savunur.
Bu rakama, klan toplantıları ve diğer türden tören faaliyetleri
için bu mekâna gelen binlerce 'hacı' eklenince, yeni ve daha bol
bir gıda kaynağına ihtiyaç duyulduğu ve yıllar yılı, sonsuza dek
sürmesinin gerekli olduğu anlaşılır. Dolayısıyla geçimlik tarım,
buğday ve çavdarın yabani türlerinin evcilleştirilmesi şeklinde
ortaya çıkmıştır.Bunun için bu bölgenin avcı ve toplayıcılarının,
sonradan Neolitik Çağ'ın ilk köy ve kasabaları halini alacak olan
daha kalıcı ortamlarda yerleşik çiftçilere ve göçebe çobanlara
dönüşmesi gerekliydi.
Genetik bilimcilerin, Göbeklitepe'nin seksen kilometre kadar
kuzeydoğusunda bulunan sönmüş bir yanardağ olan Karacadağ'ın
yamaçlarında günümüzde bile yetişen 'einkorn' adı verilen yabani
bir tahıldan 68 modern tahıl türünün türemiş olduğuna dair keşfi,
Türkiye'nin güneydoğusunda avcılık toplayıcılıktan, yerleşik
çiftçiliğe geçişin kanıtlarını oluşturur.
Bütün bunlar, Yakındoğu'da, günümüzde Türkiye'nin merkezi
bölgesinde bulunan Çatalhöyük ve Aşıklı Höyük gibi yerlerde ilk
büyük şehirlerin gelişmeye başlamasından 2 bin yıl kadar önce yer
alıyordu. Bu şehirler, Neolitik devrimin Orta Anadolu ovasından
Doğu Avrupa'ya kadar ulaşmasına izin veren hızlı yayılma süreci
dahilinde ortaya çıkmıştır. Devrim güneye, bazı proto-tarım
biçimlerinin zaten var olduğu Doğu Akdeniz'e ve doğuya, İran'a,
Orta Asya'ya ve zamanla İndus Vadisi uygarlığının beşiği olan
Hindistan ile Pakistan'a ulaştı. Schmidt, Göbeklitepe'nin, Neolitik
devrimin doğduğu ilk önemli merkezlerden biri olduğundan kuşku
duymamaktadır, yani günümüz uygarlığının tarihi burada
başlamıştır."
Bir kültür varlığının Dünya Kültür Mirası listesine alınması ne
ifade ediyor? Bu konudaki UNESCO kriterleri, üçe ayrılmış durumda.
Birinci olarak ilgili kültür varlığının insan elinden yaratıcı bir
deha ile temsil edilmesi, ikincisi, Dünyanın belli bir kültürel
bölgesinde, belli bir süre ekseninde, insan değerleri arasındaki
etkileşime dair, diyelim mimarlık, teknoloji, anıtsal sanat,
yerleşim planlama yahut peyzaj tasarımı ya da mimarî veya
teknolojik bütünlük adına sıra dışı bir örneği yansıtabilmesi ve
son olarak da, belli bir mimarî ya da teknoloji, veya peyzaj
bağlamında insanlık tarihinin bellibaşlı dönem veya dönemlerini
yansıtan, sıradışı bir yapı örneği olması öngörülüyor.
Peki Türkiye, başta temsil ettiği tüm değer ve estetik ile
ritüel çeşitliliği ile barındırdığı tüm kültür miraslarına
samimiyetle sahip çıkıyor mu? Eğer bu alanlar ilan edilmiş ise, her
ülkenin koşulsuz ve pazarlıksız biçimde onları tüm detayları ve
bilgisiyle, sonuna kadar tanıtması, koruması ve paylaşması
gerekiyor.
Bu konuda ülkemizde yaşanan ilginç ve kaygı veren gelişmelerden
biri de, merhum Bay Schmidt'in eşi, Çiğdem Köksal-Schmidt'in
bölgeyle ilgili duyarlığı ve twitter ile Instagram üzerinden sosyal
medyada gösterdiği tepkisellikte kendini belli ediyor.
Hatırlanacağı gibi bu yılın Mart ayı sonunda, Doğuş Grubu'nun bölge
için 'Dünya Taşı' / 'Earth Wall' metodu ile hazırladığı Göbeklitepe
Ziyaretçi Merkezi için yapıldığı ileri sürülen 'fizibilite'
çalışmaları sırasında, aslen SİT alanı olan, Schmidt'in sağlığında
herhangi bir yanlış dönüşüme itiraz ettiği ve henüz kazı yapılmamış
arkeolojik bölgeye ağır iş makineleri ve kamyonlar aracılığı ile
beton dökülmüş, Bn. Köksal Schmidt'in yaptığı sosyal paylaşımlar
ise şaşkınlık ve tepkiye neden olmuştu. Nitekim bu konuda da
Gazete Duvar adına Sn. Nuray
Pehlivan'ın hazırladığı özel haberini (bilhassa tavsiye
ediyorum.
Bunun yanı sıra, Doğuş Grubu'nun ilgili merkez hakkında
hazırladığı katalog-rehberde ise şu ifadeler, birer vaat niyetine
şöyle yer alıyor:"Türkiye'nin kültürel mirasına duyduğumuz
saygıyla, tarihin en büyük arkeolojik keşiflerinden biri olan
Göbeklitepe'nin kültürel bir ikona ve bir dünya markasına dönüşmesi
için Doğuş Grubu olarak görevimizin bilinci ile, elimizi taşın
altına koyduk."
Bu yönüyle AB mali destekli iki ayrı çatı projesinin de
'Şanlıurfa'da tarihin yeniden hayata geçirilmesi' başlığı altında
yükseldiğini ve bu projede Brandenburg Teknik Üniversitesi ile
Alman Arkeoloji Enstitüsü'nün Kültür Bakanlığı ile birlikte
çalıştıklarını kaydedelim.
'Kültür turizmi' demişken, Bu yıl 4 ve 8 Ağustos arasında
14'ncüsü yapılacak Bodrum Müzik Festivali'nin tanıtımı vesilesiyle
bir araya geldiğim Doğuş Holding CEO'su Hüsnü Akhan, Dünyaya
tanıtılması gerekli Göbeklitepe'yle ilgili bir soruma yanıt
verirken, artan turist sayısına sevinçle 'sıra geceleri'ni ihmal
etmeyeceklerini de gülerek vurguluyor.
Kimbilir belki sıra, 'anıtsal Bira gecelerine' de gelir...
Şarabın ve biranın İnsanlık hafızasına etkisi, hepimizin malûmu.
Alkolsüz tarih olmuyor. Bu arada yine Doğuş Grubu bünyesindeki
İstanbul Bomontiada'nın da, ta 1890'da Feriköy'de kurulmuş tarihi
Bira Fabrikası'nda yer aldığını not düşelim. Yani 'Bomonti Kültür
ve Eğlence Merkezi'nin kurucusu Doğuş Grubu'nun bira ile kader
ortaklığı bununla da kalmıyor. Hatta ilgili alanda salt biraya
odaklı 'Populist' bir yer de bulunuyor. Öte yandan, ilgili arazinin
hemen tam karşısında yer alan bir diğer eski fabrika yapı alanının
ise, T.C. Diyanet İşleri Başkanlığı'na devir olduğu şeklinde bir
duyumum olmuştu, bu da bana yine dikkat çekici göründü. Buradan
duyurmuş ve varsa bunu da teyid talebinde bulunmuş olalım. Ancak
Akhan, ilgili alanın özelleştirme kapsamında olduğunu ve
Bomontiada'nın kendilerine yeterli geldiğini, Ara Güler Kültür ve
Sanat Müzesi-Merkezi'nin de yine bu bölgede - halen 'Alt'
başlığıyla varlığını sürdüren alanda - önümüzdeki aylarda
açılacağını vurguluyor.
Asıl meselemize dönüş yaparsak, Doğuş CEO'su Akhan'ın
Göbeklitepe'ye bakışı ve Gazete Duvar için yaptığımız özel görüşme,
özetle şu şekilde:
"Göbeklitepe bildiğiniz gibi, 'İnsanlığın sıfır noktası' diye
tariflenen ve 11 bin 500 seneye tarihlenen bir oluşum. Dolayısıyla
tabii, bunun bir şekilde gün yüzüne çıkarılması, Türkiye'nin tarihi
mirası açısından çok önemli. Biz de bu anlamda, buna bir katkımız
olması anlamında özellikle Alman Arkeolojisi Enstitüsü Başkanı ve
ilk kazı başkanı Prof. Schmidt'in vefatı sonrasında, esasında biraz
da ortada kalan böyle bir projeyi Türkiye'ye maletmek anlamında
T.C.Kültür ve Turizm Bakanlığı ile de anlaşma yaptık. Tabii ki
orada uluslararası standartlara uygun bir ziyaretçi merkezi yaptık
ve merkez ile kazı alanları arasında da insanların toz toprakta
yürümeyeceği, ama 'shuttle'larla taşınacağı bir yer haline
getirdik. Tabii bunun, ulusal ve uluslararası düzeyde de bir
tanıtımının yapılması lâzım. Bu çerçevede arkadaşlarımız, Mayıs
ayında hem ulusal, hem de uluslararası basını davet ederek orada
iki gün geçirdiler. Resmî açılışı henüz yapılmadı ama, şu anda
Göbeklitepe ziyaretçi kabul ediyor. Resmî açılış için haliyle,
bakanlığımızdan bir tarih bekliyoruz. Ama resmî açılış için
hazırız.
Tabii ki, Türkiye'nin böyle bir tarih mirasına sahip çıkmamız,
bizim bu konuda bir köprü görevi görmemiz, ama onun ötesinde Dünya
Miras Listesi'ne alınması ve bunun da uluslararası düzeyde
tanıtılması tabii ki de çok önemli. Bugün sadece, ulusal
ziyaretçilere değil, yüz binlerle ifade edilen uluslararası
ziyaretçilere, özellikle de tarih ve kültür ziyaretçilerine çok
önemli bir varış noktası / destinasyon olması çok önemli. Biz de,
ana sponsor olarak önümüzdeki 20 yıl buna çabalayacağız.
Burada aslında insanlığın yerleşik düzene geçmesi, Göbeklitepe
bulunmadan önce izahı, tamamıyle barınma, korunma ve gıdayı bir
şekilde toplayıcı, avcı toplumdan yerleşik düzene geçişte
yetiştirme amaçlı olduğu varsayılıyordu. Göbeklitepe ile birlikte,
insanlığın yerleşik düzene geçmesinin inanç temelinde olduğu
insanlık tarihinde yazılmaya başlandı. Bu anlamda da bizim için çok
önemli. Umut ediyorum, Bakanlık'tan gelecek açılış tarihi ile
birlikte, kültür ve sanatı da içine alacak bir programı Bahar Hanım
ve ekibi şu anda zaten hazırlıyor. "
Biz T.C.Kültür ve Turizm Bakanlığı ile birlikte kazı alanının ve
tanıtımın ana sponsoruyuz. Şu ana kadar gün yüzüne çıkarılan
Göbeklitepe yerleşkesinin toplam içindeki payı, yüzde 10 -15'lerde.
Esasında bunun çok hızlanması lâzım. Ama çok meşakkatli, uzun
süreçli bir iş, biz de bunun bir parçası olduğumuz için mutluyuz
ama kazı çalışmaları eskiden olduğu gibi devam ediyor.
Biz orada bir ziyaretçi merkezi inşa ettik ve bunun da
uluslararası standartlara uygun olması açısından uluslararası bir
mimarlık grubu ile birlikte çalıştık. Orada özellikle, 'Deneyimleme
Merkezi' dediğimiz, 360 derece bir odada, bölgenin tarihçesini
izleme imkânı sağlarken, hediyelik eşya satışı, kafe ve ofis düzeni
dahi var. Yine, ziyaretçi merkezi ile kazı alanı arasındaki 1,5
km.'lik yol, eskiden çok patikaydı ve biz onu 'shuttle' ile
gidilebilir hale getirdik. Çatının ise üst tarafı Kültür ve Turizm
Bakanlığı'mız tarafından yaptırıldı. Kazı alanını hava koşullarına
karşı korumak amaçlandı. Mevsimini de düşünürsek, sekiz ila 10 ay
bölge gezilebilir hale geldi, diyebilirim.
Milli Eğitim Bakanlığı ile, bir program çerçevesinde
Türkiye'deki tüm okullardan, özellikle de bölgeden başlayarak
geziler düzenlenmesi çok anlamlı olur tabii ki."