Küreselleşmeyi post-modern zamanlara özgü bir gelişme olarak
değerlendirmeye pek bir meyilliyiz. Hatta küreselleşmenin
ulus-devlet aşırı bir uğrağı temsil ettiğine neredeyse eminiz.
Elbette bunun böyle olmasının gayet ikna edici sebepleri de yok
değil. Özellikle iletişim teknolojilerinin geldiği aşamada bu
söyleme karşı çıkmak hiç de kolay olmasa gerek. Bugün Türkiye
Cumhuriyeti yurttaşlarının örneğin Almanya ve Fransa’ya seyahat
edebilmeleri için diğerlerinin yanında en azından bir pasaport ve
vizeye ihtiyaçları var. Ancak “de” ya da “fr” uzamlı bir internet
sitesinden alışveriş yapmak için uluslararası kullanıma açık bir
kredi kartına sahip olmak yetebiliyor. Yani aynı mağazanın Berlin
ya da Paris’teki şubesine girmek için gereken asgari şartlar aynı
mağazaların internet şubelerine girmek için geçerli değil!
Küreselleşmenin ulus aşırılığını en genel tarif edebilecek
örneklerden biri budur sanırım.
Ancak şu soruyu da sormayı ihmal etmemek gerekiyor bence: Hangi
küreselleşme? Ya da elan yaşadığımız insanlık tarihindeki ilk
küreselleşme midir? Bir önceki cümlede “insanlık” diye bir kavram
kullandım. Böyle bir mefhuma başvurmak bile aslında küresel bir
ufka sahip olmayı içermiyor mu? Modern uluslar ve devletleri hâlâ
belirleyici ama insanlık diye bir mefhuma sahip olmak zaten küresel
bir perspektifi temsil etmiyor mu?
Küreselleşmeyi post-modern zamanlarla sınırlı bir biçimde
kavramak dünyanın bir gezegen olarak ilk kez çağımızda küresel bir
çerçeve arz ettiğini zımni de olsa kabul etmeyi içeriyor. Ama bu
gerçekten doğru mu? Yani içinde yaşadığımız dünya ilk kez
post-modern zamanlarda mı küreselleşti. Meseleye biraz daha geniş
bir perspektiften baktığımızda aslında bunun hiç de böyle
olmadığını fark edebiliriz.
Daha önceki olası örnekleri dile getirmeden örneğin Helenistik
dünyanın sınırlı da olsa küreselleşmeci bir perspektif içerdiği
pekâlâ söyleyebiliriz. Büyük İskender ile simgeleştirebileceğimiz
Helenistik dönemi Yunan kültürünün küreselleşmesi olarak
değerlendirebiliriz. Elbette Helenistik küreselleşme o çağın
coğrafya, ulaşım, teknoloji imkânlarının sınırları içinde bir
küreselleşme olabilir ancak. Rönesans ve sonrasında Kadim Yunan
metinlerinin giderek bütün dünya için birer klasik olmasını da
belki bu küreselleşmenin kültürel boyutu olarak
değerlendirebiliriz.
Onun ardından Roma İmparatorluğu ciddi anlamda küresel bir
potansiyel taşımıyor muydu? Hatta genel anlamda imparatorluk
mefhumunun başlı başına bir küresellik iması olduğunu söylemek çok
mu abartılı olur? Bu bağlamda bugün dünyanın neredeyse bütün hukuk
fakültelerinde “Roma Hukuku” diye bir dersin olması bu
küreselleşmenin günümüze yansıması değil mi?
Meseleye siyasi tarih açısından değil, örneğin dinler tarihi
açısından da bakabiliriz. Semavi dinlerin birer küresel iddia
içermedikleri söylenebilir mi? Musevi tecrübeyi daha çok belirli
toplumu yöneldiği için dışarıda bıraksak bile, Hıristiyanlık ve
İslam’ın küresel iddiaları olan gelenekler olduğunu söylemek pek
zorlama olmaz. Bu anlamda örneğin, Fener Rum Patrikhanesi’nin
ekümeniklik iddiası ne anlama geliyor?
Ancak bence dünyanın çağının koşullarına göre en fazla
küreselleştiği dönemlerden biri Rönesans ve sonrasında gerçekleşen
Avrupa merkezli küreselleşme. Hatta bugün hâlâ bu sürecin devamında
yaşadığımız bile söylenebilir. Bugün "Batı” diye bildiğimiz kavram
aslında bu küreselleşmenin bir sonucu olarak ortaya çıkıyor.
Meseleye geniş bir açıdan bakarsak “Amerika’nın keşfi” “Uzak
Doğu’nun keşfi” aslında komik terimler değil mi? Çünkü o
coğrafyalar zaten mevcut. “Keşif” bir Avrupalının oraya erişmesi
anlamına geliyor sadece. Özellikle on altıncı yüzyıldan itibaren
dünyayı bir bütün haline getirenin Rönesans, Reformasyon ve coğrafi
keşiflerle birlikte Avrupa’nın insiyatifi olduğunu altını çizmek
gerek. Bu tarihsel bir gerçeklik. Artık bununla yüzleşmek
gerekiyor. Mesela hümanizm ve dolayısıyla insanlık mefhumu bu
dönemde genelleşmeye başlıyor. İçerdiği her türlü soruna rağmen.
Batı aslında yüzyıllardır bu avantajının ekmeğini yiyor.
Aslında meramım şu: Dünya ilk kez çağımızda küreselleşmiyor. Ya
da başka bir deyişle küreselleşme kendi içinde bir şekilde devam
ediyor ve değişiyor. Bir anlamda insanoğlu bu gezegende var
olduğundan beri potansiyel olarak bir küreselleşme mevcut. Örneğin
tekerlek küreselleşmenin olmazsa olmazlarından biri en başından
beri! Parayı, ticareti, ithalatı, ihracatı hep bu çerçevede ele
alabiliriz. Ama aynı zamanda matbaayı, kitabı, sanatı, edebiyatı da
aynı sürecin boyutları olarak görebiliriz. Hatta sömürgecilik,
emperyalizm, dünya savaşları yine aynı küreselleşme perspektifinin
olumsuz veçheleri olarak değerlendirilebilir.
Bir anlamda insan var olduğundan beri, her dönemin mevcut
koşullarının sınırları içinde bir küreselleşme hep vardı zaten.
Günümüzde yaşadığımız ise özellikle internet ve sosyal medyayla
birlikte eriştiğimiz elbette kendi içinde çok büyük bir sıçrama
hepsi o kadar.
Türkiye’de küreselleşmeyi bir kesim “küresel kapitalizm”, diğer
bir kesim “Batı” olarak okumaya alışkın olduğu için, onun hep
olumsuz yönlerini görebiliyorlar. Haklı oldukları taraflar yok
değil elbette. Ancak küreselleşmeyi olumsuz değerlendirirken bile
onun içerdiği “insanlık mefhumu” payını düşmeyi unutmamak da
gerekiyor. İnsanlık mefhumu derken dünyaya bir bütün olarak
bakabilme imkânından söz ediyorum. Küreselleşmeye topyekûn karşı
çıkarken kolaylıkla gözden kaçırılan bir nokta burası. Böylesi bir
anti-küreselleşmeci bakış dünyayı reddetmeye dönüşebiliyor. Sadece
hatırlatmak istedim.