“Anti-hukuk” dizisinin son yazısında, “özde yurttaş-sözde
yurttaş” meselesinden devam edeceğim demiştim, ama önce son
gelişmelerden birkaç hatırlatma:
KHK ile atılmış hekimleri mesleksizleştirme girişimi şimdilik
askıya alınmış gibi. Ancak maddenin gerekçelerini ve kendisini
yazan akıl, maddeyi kamu önünde “Devletin hakkı” diye savunurken
sesini, sözlerini duyduğumuz akıl hâlâ iş başında. Geçen hafta
cezaevi yapmayı “yatırım” sayıp müjde veren akıl da buydu.
Yozgat’ta yapılan cezaevini “bacasız fabrika” diye öven iktidar
milletvekilinin sevinci, bizi daha nelerin beklediğini iyi
gösteriyor.
KAMPLAŞTIRMA
Eğitim ve sağlık dahil her alanın piyasalaştırılması süreci
amansızca ilerlerken, kentsel dönüşüm adı altında mülksüzleştirme
operasyonları kesintisiz sürerken, çalışanın hak araması ihanet
suçlamasıyla mücrimleştirilirken, mahpus damının “ekonomik”
argümanla övülmesi pek şaşırtıcı gelmeyebilir. İktidarın topluma ve
hukuka bakışını belirleyen bu sevinç, ekonomik kıstasların moral
değerleri aşındırmasının vardığı düzeyi de gösteriyor bir yandan.
Dahası, “İstanbul” adı verilen üçüncü havalimanı inşaatındaki
sorunları dile getiren işçilerin tutuklanmasına yol açan
kızgınlığın öbür yüzü bu sevinç:
Şantiye cezaevine dönerse cezaevi de şantiyeye dönebilir.
İki alanın içindekilerin hukuki statüsünün belirsizleştiği bir
yer olarak görme arzusunu yansıtıyor bu kızgınlık ve bu sevinç;
ikinci dünya savaşı yıllarının kampı bu arzunun yol
açabileceklerinin vardığı yerlerden biriydi.
İşte hukuk bu dönemde, soruşturmadan kovuşturmaya, oradan
infaza, hakkında harekete geçtiği herkesi hukuki statüsü belli, hak
sahibi “yurttaş” olmak yerine idari-siyasi-ekonomik planların
gerektirdiği işlemlerin (gerektiğinde zorla) uygulanacağı bir nüfus
unsuru olarak görme arzusunun bir aparatı haline gelmiş durumda.
“Yürütmenin başı”nın, “yargının başı” olarak da görüldüğünün bizzat
yargıçlar tarafından dile getirilmesi, yargı bürokrasisinin bu
siyasi tahayyülleri paylaştığını anlatıyor bize. Kamp toplumu
tahayyülü bu, kamplaştırma işinin müteahhitlerinden biri de
yargı.
BİR EŞİK: 12 EYLÜL
Hak sahibi görülmeyen, ilan edilmiş hukuk içindeki korumalardan
yararlanamayan insan yeni değil, bu ayrımın yol açtığı hukuki
faciaların özel bir eşiği 12 Eylül döneminde yaşandı. Söz konusu
işlem, “hak” kavramını devlete ve devletin tanımladığı kişi ve
gruplara ya da kurumlara özgülemeyi esas alır. Arkaik “kılıç hakkı”
teriminin yankısını taşıyan bu sözüm ona “hak”, temel mantığı
hakkında konuşulan kişinin haklarının değil görevlerinin olduğu
işlemlere kapı açar. “Yurttaş” örneğin görevleriyle yurttaştır,
yoksa değildir, hakları olamaz. Daha yakın bir dönemde bir general,
“özde vatandaş-sözde vatandaş” ayrımını kameralar önünde kibirle
yaparken aynı “aklın” sesi oluyordu.
Söz konusu aklın uygulamaları Kürtlere ve devlet planlama
mantığına uymayan sol-sosyalistlere uygulanması ana sistemin içinde
açılan özel alanlarla yürütülüyordu: 27 Mayıs, 12 Mart
yargılamaları, 12 Eylül’ün işkencehane eşliğindeki sıkıyönetim
mahkemeleri “özde yurttaş” lehine “sözde yurttaş”ların hizaya
çekildiği dönemlerdi. DGM’ler örneğin olağan hukuku esas aldığını
ilan ana sistemin içindeki olağanüstü hal mıntıkasıydı. (Şimdiki
iktidarın içinden çıktığı Milli Görüş, zaman zaman bu mıntıkada
sigaya çekildiyse de bulduğu her fırsatta bu istisna uygulamalarını
ne kadar sevdiğini göstermeyi hiç ihmal etmedi. Milliyetçi Cephe
hükümetleri bile yeter bunu kanıtlamaya. 28 Şubat ayrı bir
hikayedir.)
KÜRT LABORATUVARI
Özellikle 1990’larda Kürtler üzerinde tam yetkiyle uygulanan
olağanüstü hal hukuku sürecinde edinilen tecrübeler, şimdiki “anti
hukuk”u kurma yolundaki en geniş saha verileri-mahkeme uygulamaları
ve en geniş toplumsal deneylerdi.
O dönemlerin önemli görünümlerinden biri, “derin devlet” denilen
bir fenomenin var sayılması ve bu fenomenin yaptığı pis işlerin,
hukuksuzlukların temiz devletten sorulmasının kabul edilmemesiydi.
Oysa devletin deriniyle kabuğu eşitti. Kontrgerilla veya “derin
devlet” adıyla etrafa salınan çeteler, yine özde vatandaş, sözde
vatandaş ayrımına yaslanan bir iş yapıyordu. “Özde vatandaş”a tabii
ki bir şey olmazken, “sözde vatandaş”, tanımı gereği
kontrgerillayla, Susurluk türü çetelerle filan karşılanıyordu.
Oradan mahkemeye giden işler iki yönlü işliyordu: Kamu görevlileri
aleyhine kazayla açılan davalar bir türlü bitmek bilmezken
(cezasızlık) sözde vatandaşlara açılan davalar Allah ne verdiyse
(Asker, MiT, polis raporları esas alınarak) ceza selleriyle
sonuçlanıyordu.
Toplumun geneli açısından durumu medya başta olmak üzere kamuya
söz alan kişi ve kurumlar uygunlaştırıyordu: Onlar özde yurttaş
değil, bak sana, bana, bize bir şey oluyor mu? Tamam Kürt var,
şarkı da söyleyebilir ama vatan bölünmez. Kaset çıkarabiliyorsa
daha ne istiyor? Sol tabii ki lazım, ama yerli ve milli olmalı.
“Kahrolsun siyaset” demenin devletçesi…
YURTTAŞ-HALK AYRIMINDAN FARKLARI
Bu laboratuvarda oluşan hukuk pratikleri, medya pratikleri ve
yönetsel pratikler bugün bütün sistemin temel yapısına
dönüştürülüyor. Anti-hukuk, artık özellikle Kürt ya da başka bir
şey için değil, yeni yönetim yapısının önünde engel olarak duran
herkes için geçerli ve gerekli olacak şekilde kuruluyor. Özde-sözde
yurttaş ayrımı, cumhuriyetin başlarındaki “yurttaş-halk” ayrımına
benzese de onu aşan yanlara sahip.
Cumhuriyet açısından “yerli ve milli”ye uymayı kabul etmiş
herkes “özde”leşebilirdi. Osmanlı’nın son döneminde öne çıkan ve
cumhuriyette devam eden bu anlayışa göre önce gayri-milli (din
eksenli) azınlıklara karşı “millileşme” sağlanacak (yani onlar
tasfiye edilecek, 1915 gibi, Trakya pogromu gibi, Varlık Vergisi
gibi ve 6-7 Eylül gibi), sonra “milli”nin dinsel anlamı yerine
etnik anlamı pekiştirilecekti. “Ulus” lafının icadının “milli”nin
dinsel anlamına ihtiyaç kalmadığı düşüncesiyle bağı var. Bu
“sonra”nın en önemli sorunu uzaktaki köyde duran, henüz Türkçe bile
bilmeyen Kürtlerdi. Kürtlerin yerli ve milli hale getirilmesi, yani
canı gönülden “Türküm, doğruyum, çalışkanım” diye bağırması
sağlanınca herkes “özde”leşecekti plana göre. Kürtleri
“özde”leştirme laboratuvarında iş gören olağanüstü hukuk,
“solcular” çıkınca onlara da teşmil edildi. “Askeri vesayet”
denilen şey, esasen askerin bir şeye vasi oluşundan değil,
Kürtlerin özdeleştirilmesi için gerekli şiddet stokuna sahip
oluşundandı. 12 Eylül sonrasında bir yandan Kürtler için yürürlükte
tutulan OHAL hukuku, bir yandan da yeni toplum tipinin oturtulması,
yani 24 Ocak kararlarına rızası sağlanmış (neo-liberal) toplumun
inşasına ve işleyişine engel olacak her şeyin tasfiyesi için de
işletildi. Askeri şiddet stokunun korkutucu gücü bu iş için
lazımdı, sonradan “vesayet” denilen şey bundan ibaretti.
İSTİSNA HALİ İLE ANTİ-HUKUK FARKI
Adalet ve Kalkınma Partisi, moral değerler dahil her şeyin
piyasalaştırılması için canla başla çalışırken, eski hukukun ikili
yapısını, yani genele olağan hukuk, özel alanlara olağanüstü hukuk
uygulanması usulünde de bir dönüşüme girişti. Böylece, öncelikle
olağanüstü hukuk olağanın yerini, “derin devlet” uygulamaları
olağan devlet uygulamalarının yerini aldı.
Fakat bu aşamayı da geçiyoruz şu günlerde. “Eski” olağanüstü hal
mantığı, toplumsal planlara, hedeflere uyum göstermeyenlerin
etkisizleştirilmesi içindi, şimdi ise toplumun kendisi bir çatışma
alanı olarak yeniden tasarlanıyor. Eski OHAL mantığı, bir olağan
halin (çoğu zaman pek başarılı olamasa bile) yaygın biçimde
korunması gayreti eşliğinde işliyordu, şimdi ise “olağan”ın en
basit ve temel kavramları bile işletilmeden iş görülüyor. Olağan
halin yani kuralın olmadığı yerde, olağanüstü yani istisna hali de
söz konusu edilemez; o yüzden istisna hukukundan bile değil,
anti-hukuktan söz etmek daha uygun olur. Halk-yurttaş ve özde-sözde
yurttaş ikilileri, olağanüstü hal mantığına uygun ayrımlardı; şimdi
ise yurttaşsız bir toplum kuruluşuna tanıklık ediyoruz.