Kürt müziğinde dramturg ironi: Hêja Netirk

Hêja Netirk, eril kültürel tahakküme karşı kadın olmanın somutluğu ve kadınların kendi birikimleri üzerinden farklılığını olumlayan imgeler üreterek yeni bir siyasi söylem alanı açıyor.

Abone ol

Fatih Tan

Müzisyen, tiyatro ve sinema oyuncusu, seslendirme sanatçısı, çevirmen Hêja Netirk, geçtiğimiz yıl ‘Stranên Neşuştî’ isimli ilk albümünü müzik severlerle buluşturdu. ‘Stranên Neşuştî’, üç yeni besteden oluşuyor. Albümdeki ‘NeNe’ ile ‘Derî Lêket’ isimli eserlerin söz ve müziği kendisine ait olup, ‘Belkî’ isimli eseri ise Roşeng Rojbîr’in ‘17’ isimli şiirinden bestelenmiş. Melodik olarak şarkıları country-rock, pop-folk ve rock-folk türü olarak tanımlansa da, bana göre şarkılarında karşı bir “eril” tarih okumasının ironik bir yansıması söz konusu. Hêja Netirk’ın sadece bir disiplin olarak müziğini değil, genel anlamdaki estetik tavrını, bu estetik sürecin deneyimini ve bu deneyimin müziğine yansıyan tarafını kavram temelinde ele almak istiyorum.

Netirk’ın müziği, polifonik ve polisemik diyebileceğimiz ağırlıklı olarak Batı ‘sound’lu bir aranjmanda hareket ediyor. Müziğindeki altyapının yöntem ve uygulamaları, bağlantılı olduğu armonilerle birlikte, diyatonik notalar üzerine temellendirilmekte ve aynı zamanda kente dair kullandığı tematik malzemeleri de açık ve kesin bir şekilde belirtmekte. Yani esasında müziğinde modern kent yaşamını, parçalanmış ve süreksiz duyguların çatışmasıyla bir bakıma karakterize ediyor.

Kürt müziğinde paradoksal olarak çoklu anlatım aslında bireysel bir soyutlamadır. Kişinin ürettiği katmanlı altyapı, toplumsal göndergesi çoklu bir yapının formuna işaret ediyorsa orada bireysel bir soyutlama yaşanmıştır. Netirk’ın kendisini merkeze koyduğu üretimindeki ironi ise bu çoklu yapının bireyde bütünleşmesi ve buradaki soyutlamanın göndergesini karşı bir tarih okuması olarak toplumsal olana geri iade etmesidir. Bu iade, eril nosyonun yapısını söz edimi temelinde yapısöküme uğratarak, kendi merkezsiz ve uyuşmaz varlığının süreksiz oluşunu sağlamaktadır. Kürt müziğindeki otantik formun çoklu geleneksel yapısını dışarda bırakarak, kadın olmanın çokluğunu bir temsil biçimi olarak ortaya koymaktadır. Tabii benim burada yaptığım kesinlikle feminist bir okuma değil. Feminizm, özünde korkunç bir “alter egoyu” barındırdığı için, her zaman eril dilin örtük bir temsilcisidir. Bu temsil, Hegelci bir idealist bütünlüğün ve uyumun diyalektik bir sonucudur.

Kürt müziğindeki toplumsal temsil biçimi, çoklu bir anakronik faili içinde barındıran otantik söylemin doğal bir sürecidir. İnsan bedeni, otantik form tarafından somut olarak kuşatıldığı için, bize kolayca “doğal” olarak görülür. Otantik form, sanatı kendi uzvunun bir devamı gibi görür. Oysa sanat, belli bir beden formunun doğal bir uzvu olmamakla birlikte, her koşulda bedenin dramatik görüntüsünden kopma eğilimindedir. Düşünce bedenin bir formu değildir. Sanat doğayı değil, düşünceyi temel alır; bu nedenle de sanat, kurmacaya dayalı bir oyundur. Kurmaca da her zaman gerçek olandan daha tutarlıdır. Sanat, aynı zamanda ve bu bağlamda etnosantrik bir oluşuma temellük eden bölüşümün dışarda kalan bir fazlasıdır ve tahakküme ayak direyen düşünsel kökenin görsel ve işitsel bir tezahürüdür.

Kürt müziğindeki sürecin içinde otantik bir kategori deneyimi hiç yoktur. Çünkü Kürt müziğindeki otantik olan, her zaman müzik kavramının kendisiyle birebir özdeş olduğu için, deneyimin kurmacası dışındadır. Otantik-geleneksel form, halkın temsil rejiminin beğenisini belirleyendir. Halk hiçbir zaman beğeniyi belirlemez, aksine sanatçının otantik beğenisi halkın estetik alımının özünü soyutlar ve onu dramatik bir nostaljiye hapseder. Dramatik nostalji yapıtı; öz ile görünüş, somut ile soyut, birey ile toplumsal bütün arasındaki çelişkileri uzlaştıran bir kendiliğinden bütündür. Netirk’ın burada -sözleriyle- esas yaptığı şey, soyutlamanın çelişkilerini ortadan kaldırmaktan ziyade onu gözler önüne sermesidir, böylelikle gerçek hayatta bu çelişkileri görmeleri için insanları müziğiyle kışkırtmaktadır. Çünkü her ne olursa olsun halk, kati suretle egemen olmayandır ve aksine kendisine karşı olan egemen oligarşiyi her zaman destekleyendir. Halk, anakronik bir sürecin eril tarafını otantik hikâyelerle yücelten yığınların sınıfıdır. Dolayısıyla estetik rejiminde bizler için geçerli olan kuşkusuz her daim “millet” kavramıdır. Halkın sanat beğenisi, estetik yargıyı kolektif faaliyetin karakteristik bir olgusu olarak ele alır. Bu bakış açısına göre, sürece dâhil olan insanların etkileşimi, hep birlikte ürettikleri şeye dair ortak bir değer, bir anlayış meydana getirir. Bu insanların paylaştıkları alışılagelmiş-kalıplaşmış yöntem ve uygulamalara yönelik ortak takdirleri ve karşılıklı olarak birbirlerine verdikleri destek, onları yapmakta oldukları şeyin yapılmaya değer olduğuna dair ikna eder. Sanat tanımlaması altında hareket etmeleri durumunda da, bu etkileşim, onları meydana getirdikleri şeylerin gerçek sanat eserleri olduğuna ikinci defa ikna eder. Bu ikna, empati ve duyarlılığın toplumsal alan içindeki tahakküm ile çarpışma yanılsamasından kaynaklanan bölüşümdür. Duyarlılık, ötekinin dramını bir düşünce formu olarak, başka bir ötekinin bedenine karşı konumlandıran çoklu bir alanın toplumsal dağıtımıdır. Empati ise son kertede ötekinin sefaletidir.

Netirk’ın empati ve duyarlılığa işaret ettiği alan, eril olanın kültürel tahakkümüdür. Onların bu tahakkümüne karşı Netirk, kadın olmanın somutluğu ve kadınların kendi birikimleri üzerinden kadınların farklılığını olumlayan imgeler üreterek yeni bir siyasi söylem alanı açıyor. Bu yeni siyasi alanı da, estetik rejim üzerinden serimlemeye çalışarak bununla birlikte tamamen farklı bir müzik türünün ideolojik hayalini kurmaya çalışıyor. Bu bağlamda Ranciére’in şu tespitini çok önemli buluyorum: “Kendi sanat olmaklığını ortadan kaldırarak siyaset yapan sanatın karşısında, hiçbir siyasal müdahaleye bulaşmamakla siyasal olan bir sanat vardır.” (1) Esasında Althusserci anlamda düşünürsek, sanat zaten hiçbir ideolojiye indirgenmez. Çünkü ona göre, ideoloji, gerçekliğin ve sosyal dünyanın olduğu gibi kalmasında veya statükonun korunmasında çıkarı olanlar tarafından yanlış ve çarpıtıcı bir biçimde sunulmasından başka bir şey değildir. Yani sanatın gerçek bilgisine erişebilmenin tek yolunun sanat eserinin özgüllüğünün gerisine, hatta “estetik etkiyi” yaratan mekanizmaların dâhi gerisine gitmenin gerekli olduğunu bir anlamda ifade eder.  Dolayısıyla sanat, mevcut ideolojileri aşan bir duyulur dünyanın paylaşımı olarak temellük eder. Ya da sanat kendi özgün ideolojisinin çatışmasından yeni bir söylem alanı yaratır ve bu söylem alanı bir karşıtlık olarak gelişmez; karşıtlığın veya diyalektiğin dışında gelişir ve dışında geliştiği için de esas tahakküm olanın görüntüsü kendiliğinden açığa çıkar (‘Kürt sinemasında görüntünün prosedürü: Mehmet Ali Konar’ isimli yazımda bu konuya yine değinmiştim.) Bu bakımdan toplum olgusu hiç şüphesiz belli çatışma alanlarından doğar. Toplumu yöneten tahakkümün asıl amacı ise bir konsensüs ortamı yaratmaktır. Tahakküm, yaşamın hiçbir alanında özgür inisiyatife, bütünüyle öngörülmeyen hiçbir etkinliğe izin vermez. Aksine kendi paradigmasına dayalı konsensüs fikrini destekler. Konsensüs, toplum bireylerini belirli ortak bir devlet paradigması noktasında buluşturmaya ve aynılaştırmaya yönelik bir süreçtir. Bu sürece göre, toplum içinde belirlenen ortak uzlaşı noktasının dışında her türlü farklılık reddedilir. Bu aynı zamanda cumhuriyet paradigmasının içkin bir semptomudur. Çünkü cumhuriyet, doğası gereği hiçbir farklılığı kabul etmeyen bir konsensüs rejimidir. İşte bütün bu moderniteye dayalı aynılaştırma süreçlerini yapısöküme uğratan sanatçının ideoloji üstü dilidir. Hêja Netirk’ın de yapmaya çalıştığı bu ideoloji üstü dili, kendi müziğinde icra etmenin koşullarını oluşturmaktadır.

Claude Lévi-Strauss’un dediği gibi: “Müzik sesler arasındaki gerçek ve doğal ilişkilere dayandığından, müzikte uzlaşıma dayalı hiçbir şey yoktur ve olamaz.” (2) Dolayısıyla bana göre Netirk, asıl gücünü, ifade yoğunluğundan değil, sanatın kendine içkin olan önemli formlarının uyuşmazlığından alan bir anlayışı benimsiyor. Kendi kendine yetmekten, herhangi bir egzotizme yer bırakmayan itkiden ve aşırı tutkulu mantığın gerçeklerinden hareket ediyor. Taşıdığı havanın otantik canlılığından uzak ve dramatik olana karşıt, yaşamın somut meseleleriyle uğraşmaktan tamamen keyif alan grotesk duruşuyla, düzen ve uyumun geçerli görüntüsünü yerinden etmeye çalışan bir estetikle yaşamını deneyimliyor.

Notlar:

1. Estetiğin Huzursuzluğu, Jacques Ranciére, S.44, Çev. Aziz Ufuk Kılıç, İletişim Yayınları

2. Bakmak Dinlemek Okumak, Claude Lévi-Strauss, S.80, Çev. Ömer B. Albayrak, Yapı Kredi Yayınları