Bu köşede yer alan 20 Haziran 2017 “Kürd’ün dostu ABD değil” başlıklı yazımızda YPG’nin o dönemde izlediği stratejiyi “ideal olana göre değil, saha gerçeklerine göre” değerlendirmeye çalışmış ve stratejinin saha gerçeklerine uygun olmadığını anlatmaya çalışmıştık. (1) Bu görüşümüz Kürtlerin oluşturmaya çalıştığı “kendi kaderlerini tayin hakkı” pratiğinin eleştirilmesinden çok bu hakkı ABD ile gerçekleştirmeye çalışmaları üzerine kuruluydu.
Eski PYD eş başkanı ve halen PYD diplomatik ilişkiler eş başkanı Salih Müslim çekilme kararı üzerine, “ABD’yi (Koalisyon’u) biz çağırmadık, onlar da bizim korumamız için gelmemişlerdi, gidip gitmeyecekleri onların işidir. Çıkarlarımız çakıştı, beraber hareket ettik ama hiçbir zaman onlara bel bağlamadık” dedi.
Salih Müslim’in bu ifadesi de diğer resmi birçok açıklama da saha gerçeğini tam olarak yansıtmıyor. Oysa yapılması gereken herkesin sürece dair düşünmesi, nerede hata yapıldığını bulmaya çalışması. Bu doğrultuda yapılacak tespitler bundan sonrası için de daha gerçekçi bir tablonun ortaya çıkmasına yardımcı olabilir:
- 2011 yılından bu yana saha gerçeklerine uymayan en büyük beklenti Esad’ın devrilmesiydi. Daha önce defalarca ve kuvvetle belirttiğimiz gibi bu, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir beklentiydi. Halk desteği bir yana Esad’a karşı savaş yürüten hiçbir tarafın ayakları yere basmıyordu. Suriye içinde yaşayan ve sadece Suriye içi dinamikleri değil Ortadoğu dinamiklerini de “iyi bilmesi gereken” PYD ileri gelenlerinin de bu gerçekten hareketle politika üretmesi gerekiyordu.
- 2012’de Suriye ordusunun kısmi çekilmesi ile başlayan “boşluk sürecinde” Türkiye ile iyi ilişkiler geliştirilmesi de seçenekler arasındaydı ancak Türkiye’de iktidarın “Kürt yaklaşımı” göz önüne alındığında bu seçenek de gerçekçi değildi, nitekim bir süre sonrasından itibaren bugün yaşananlar da dahil bu gerçek gün gibi ortada.
- Astana sürecinde Türkiye’nin kabul etmemesi nedeniyle Kürtler açısından “ehveni şer” sayılabilecek anayasa önerisi kabul edilmedi ancak aynı dönemde Kürtler ABD’yi muhatap aldığı için zaten bu taslağı da kabul etme eğiliminde değildiler.
- Bölgesel dinamikler dikkate alınmadan yürütülen strateji başarısızlığa mahkumdu. Çünkü ortam “demokratik hak mücadelesinin yürütüldüğü / yürütülebileceği” değil, varlık yokluk mücadelesinin en sert şekilde sürdüğü bir ortamdı.
- Diğer bir deyişle ABD ile Rusya arasında küresel, bu ikisinin kendi müttefikleri İngiltere, Fransa, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar, İran, Suriye gibi ülkeleri de katarak Küresel / bölgesel, Suriye’nin kendi içinde cihatçı örgütlerle yerel savaşı söz konusuydu. Bu “çok katmanlı” ölüm kalım savaşında “demokratik haklar” devletlerin en son dikkate alacağı şeydi. Dolayısıyla Kürtlerin bu süreçte atacakları her adım farklı şekillerde algılanabilirdi, nitekim öyle de oldu.
- Kürtler Suriye’de isyan süreci başladıktan sonra bir süre sessiz kalmayı tercih ettiler. Bu en başta Şam’da olumlu bir hava doğurmuştu, ancak daha sonra Türkiye ve ABD’nin “devreye girmesi ve farklı alternatiflerin düşünülmeye başlanması ile” Şam’daki bu olumlu hava dağıldı.
- Şam, onlarca cephede savaştığı için Kürt bölgesinde kontrolü elinden kaçırdı ancak yine de Kürtlere “kendi anlayışı çerçevesinde” olumlu denemese de nötr yaklaştı. Bu durumun bir şekilde dikkate alınmaması, Şam’ın kendine geldiği anda “eski çatışma” zamanlarına döneceği endişesi ile birleşince Şam ile birlikte hareket etme ihtimali ortadan kalktı.
- ABD geçici bir süre “iyi hissettirebilirdi” ancak ABD’nin de eninde sonunda Suriye’den çıkacağı da bilinmeliydi.
- Önceleri adına uygun şekilde “Halk Savunma Birlikleri” olarak yola çıkan ve bulunduğu bölgeleri korumaya odaklanan YPG (ve sonrasında DSG) “kendi alanının” dışına çıkıp, yeni topraklar edinmeye başladı. ABD’nin Fırat’ı doğal sınır kabul etmesi ve Rakka gibi yönetim yanlısı bir ilin de bu sınırların içine katılması Suriye yönetimi tarafından asla kabul edilemezdi.
- Ancak Şam ve müttefikleri için “en büyük ve affedilmez hata” ABD ile işbirliği yapılması oldu. Kürtler ile birlikte hareket etsin etmesin ABD Suriye ve İran’ın affedilmez düşmanıydı ve diplomatik işbirliğinin ötesinde askerleri Suriye topraklarına ayak basmıştı. Kısmen öyle olmasa da Kürtlerin bu ayak basışın sorumlusu olarak görülmeleri kaçınılmazdı.
Kürtlere yüklenen bu sorumluluk Rusya, Şam, İran ve Türkiye’nin politikalarını da şekillendiren pratiğini belirleyen zemin oldu:
- Rusya ve Suriye, Türkiye’nin Kürtlerin kulağını çekme hamlelerine sessiz kaldılar.
- Türkiye, ABD ve İsrail’in “Kürt koridoru” yaratma peşinde olduğu düşüncesiyle Kürtlerin coğrafik ve siyasi kazanımlarını “beka sorunu” olarak değerlendirdi.
- ABD “kendisini ilgilendiren bölge Fırat’ın doğusu olduğu için” Türkiye’nin Fırat’ın batısında yürüttüğü “Kürt karşıtı” faaliyetlere sessiz kaldı.
- Kürtler TSK Afrin’e ilerlerken Suriye yönetimi ile anlaşmayı taviz olarak görüp anlaşmaya yanaşmadılar. Bunun sonucu Afrin’in kaybedilmesi oldu.
- ABD bölgede hiçbir desteğin olmadığı varlığını sonlandırmak zorunda kaldı.
Şimdi yapılması gereken geçmişin hatalarının tekrar edilmemesi. Kürtler için en mantıklı yol Şam ve müttefiki Rusya ile masaya oturmak. Bu ikisi Kürtlere ABD gibi “özgürlük vadetmiyor” ancak Rusya’nın politikası belli: Kültürel hakların sonuna kadar verilmesi, yeni anayasada Kürtlere de yer vermek, idari özerklik gibi başlıklar.
İdeal olmasa bile Şam ile olası bir anlaşma Kürtlere Suriye’de nefes aldırabilir. Trump Erdoğan’dan Kürtlere saldırmama garantisi aldı mı bilmiyoruz ama aksi bir durum (Kürtlerin Şam ile anlaşmaya yanaşmaması) Türkiye’nin saldırı olasılığını arttırmakla kalmaz bugüne kadarki kazanımların da bir anda silinmesine yol açar. Bu durumun ayrıca Türkiye içinde de etkileri görülecektir.
Bütün bunlar bir yana Suriye’de “ideolojiye sahip laik tek muhalif dinamik olan Kürtlerin” Şam ile iş birliği Şam’ı da kendilerini de rahatlatır. “Bugüne kadar yürütülen savaş ne olacak, bir anda heba mı edilsin?” düşüncesi baki kalabilir ama saha gerçekleri şimdi bu gerçeği dayatıyor.
(1) https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2017/06/20/abd-kurtlerin-basini-yakacak/