Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu (TRT) 1964’te kuruluyor. Yaygın kanının aksine, ülkenin ilk televizyonu değil. Ondan evvel 1952’de yayına başlayıp sadece İstanbul’da yayın yapan ve 1970’de kapanan İTÜ TV (İstanbul Teknik Üniversitesi Televizyonu) var. 9 Temmuz 1952’de yayına başlayan İTÜ TV’nin kapanma gerekçesi Türkiye sınırları dahilinde TRT dışındaki kurumların radyo ve televizyon yayınları yapması yasaklanmasıdır. 1971’de kanalın vericileri TRT’ye devredilir. (insanın aklına İMC, Hayat gibi kanallar geliyor; acaba oradaki eşyalara ne oldu?) İTÜ TV tarihi başlı başına enteresan ama hepsinin yanında şu “ansiklopedik bilgi” insanı, Orhan Pamuk’un Kar romanındaki Kars yerel televizyonu meselesine doğru kışkırtıyor: “Zaman geçtikçe, hem yayınlarının kalitesi ve içeriği hem de izleyici sayısı artmıştır. Ancak, yine de, televizyon İstanbul'un her yerinde bilinmiyor ve alıcı sayısının azlığından dolayı herkes yayınları izleyemiyordu. 18 Mart 1954 tarihinde yayınların rekor sayılabilecek sayıda izleyiciye ulaşması bakımından önemli bir tarihtir. Cağaloğlu Öğrenci Lokali'nde ‘İstanbul Kültür Konferansları’ başlıklı bir sunum yapmıştır. Salona getirilen üç alıcı sayesinde konferansa gelenler, çoğu ilk defa, yayını izleme şansını yakalamıştır. Bu tarih gerek halka açık gösterim yapılmasından, gerek izleyici rekoru kırılmasından, gerekse televizyonun halk arasında hızla yayılmaya başlamasından dolayı önemlidir” Şimdilik bu küçük anıştırma ile geçelim.
TRT’nin birinci kanalı, yani TRT 1 1968 ile 1986 arasında 18 yıl boyunca tek kanal olarak yayın yapmış; TRT 2 1986’da izleyiciyle buluşmuştur. Gene bir edebiyat çıkması yapalım. Mehmet Açar’ın (bence pek kıymeti bilinmemiş) romanı Çok Uzaklarda Bir Yaz’da (Nisan 2009, Turkuvaz Kitap) ismini bilmediğimiz anlatıcı 1986’ya dönerek, kitabın kahramanlarından Hümeyra’nın televizyon karşısında uyuklama isteğine dair konuşur: “Türkiye Radyo Televizyon kurumu özel televizyonlar kurulmadan önce 24 saat yayın yapmaz, gece son programdan sonra TRT 1 ve TRT 2, yayınlarını hep aynı bayrak töreni ve İstiklal Marşı’yla sona erdirirdi. O yıllarda televizyon karşısında uyuyan insanlar, gecenin bir anında İstiklal Marşı’yla sızıp kaldıkları yerden fırlar, uykusu daha derin olanlar ise uyandıklarında karlı görüntüler ve uğultuyla karşı karşıya kalırlardı. O gece ikimiz de Türkiye’nin topu topu beş-altı yıl içinde yaşayacağı ‘iletişim patlaması’ndan habersizdik. Özel bir olay olmadığı sürece televizyonların en geç birde kapandığı bir dünyada yaşıyorduk.”
1964’ün Nisan ayında TRT’nin ilk genel müdürü Adnan Öztrak olur. Öztrak’ın TRT macerasında tuhaf bir detay da mevcut. 10 Kasım 1969’da “Türkiye’nin Kalbi Ankara” isimli belgesel televizyonda gösterilir. Belgeselin hamisi Atatürk’tür ve bizzat Atatürk tarafından Sergey Yutkoviç’e (yahut Yutkeviç) Cumhuriyetin 10. kuruluş yılı münasebetiyle yaptırılır. Belgesel, aslında Türkiye Cumhuriyeti’ni anlatan ilk belgesel olması hasebiyle tarihî bir önem taşır ama televizyonlarda gösterilmesi mümkün değildir. Çünkü belgesel televizyonda oynarken Öztrak “Bu film ancak Moskova’da seyrettirilebilir, yayını kesin!” diyerek TRT’ye bir gece baskını yapar. Yayın kesilir, dönemin TRT program daire başkanı Mahmut Tali Öngören’in görevine de son verilir. Bu belgesel, yıllarca “yasaklı belgesel” olarak kalır ve 2008’de, Abdullah Gül döneminde cumhurbaşkanlığının sitesinde nihayet izleyicinin karşısına çıkar.
TRT’nin propaganda gücünü, askerî darbelerdeki misyonunu, hatta daha öncesinde taa İttihat ve Terakki zamanında telgrafın oynadığı rolü geçiyorum. Varmak istediğim mesele, eski adıyla TRT Şeş, mevcut adıyla TRT Kurdî.
1 Ocak 2009’a gidiyoruz. CNN Türk’ün internet sitesinin haberi şunları anons ediyor [özgün imla]: “TRT’nin Kürtçe yayın kanalı şeş yani TRT 6 yayına başladı. Açılış törenine katılan Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, Kürtçe kanalı gecikmiş bir adım olarak değerlendirdi ve ‘Ama zararın neresinden dönerseniz kardır’ diye konuştu. 24 saat Kürtçe yayın yapacak TRT 6’nın açılış töreninde Rojin ve Nilüfer Akbal konser verdi. (...) TRT 6’nın Kürtçe yayınlarında birlik, bütünlük ve kardeşlik mesajları taşıyacağına inandığını dile getiren Başbakan Erdoğan, yayının Kurmanci ile başlayıp daha sonra Zazaca ve Sorani lehçelerinde de yayın yapılacağını belirtti.”
Altıncı televizyon olarak yola koyulan kanal, 2015’te “TRT Kurdî [Kürtçe]” adına inkılap etti. Kanalın sloganı “Aynı gökyüzünün altındayız” idi (“Em di bin eynî ezmanê de ne”). Sanırım halen aynı slogan mevcut. Doğrudur da: Aynı gökyüzünün altındayız. Sır değil: Açılım denen sürecin bir parçasıydı bu televizyon ve mesafeli de olsa herkeste heyecan uyandırmıştı. Değil mi ki “Kürtçe diye bir dil yok!” diyen buyurgan devlet söylemi, artık Kürtçeyi resmi televizyona taşımak zorunda kalmıştı. Bu da sır değil: “İki çanak” meselesini sekteye uğratacaktı bu televizyon, “Kürt yurttaşları” Roj TV icbarından da kurtaracaktı.
Şimdi biraz kişisel muhavere: Televizyon isimli arkadaşla münasebetim epey sınırlı oldu dünya hayatında. Bununla övünmüyorum ama kahırlanmıyorum da. Televizyonun bana söyleyeceği şeylere meraklı değilim. Annemler geldiğinde çok sıkılacaklar diye aldığım “akıllı” televizyonun içinden hem Netflix, hem Spotify çıkınca sevinmedim desem yalan olur. Ama İMC ve Hayat’ın kapatılmasının ardından, ana akım denen kanalları neredeyse hiç izlemedim. Eve, yani Kızıltepe’ye gittiğimde aynı şeyi yaptım ama. Adı Şeş iken de, Kurdî iken de, her durumda kumandadan buldum ve açtım. Bizimkilerin tepkisini de aklımca ölçtüm. Bakalım izliyorlar mı, ekranda oynayan programı tanıyorlar mı diye. Sonuç pek TRT’nin lehine olmadı. Sanırım birçok “bölge insanı”nın evinde de durum aynıydı. Kanal, kuruluş hedefinden uzaklaşmıştı ve sanırım sırdan en uzak olan hadise buydu. Nihayetinde kendim de TRT Kurdî’yi kumanda bulabileceğim bir televizyon düzeneği kurdum evde. Ve son iki aydır düzenli zamanlarda açıyorum. İnanmayacaksınız ama dünyada ne olursa olsun, o kanalda neredeyse hep aynı şey var. Kürtler durmaksızın, muttasıl, aralıksız, suya hasret kalmış çöl insanı gibi, güneşe hasret kalmış buzul insanı gibi, başka hiçbir şey yapmadan, sadece halay çekiyor.
O esnada yan sokakta ölümler mi var, Hasankeyf’e ne olmuş, Dicle’nin suyu nereye akıyor, hangimizin tavuğu ötekiyle karışıyor... hiçbirinin kıymeti yok. Eskiden “jenerik” olarak kıymet sahibi şeylerin de kıymeti yok. Alnımızın ortasında üçüncü göz çıksa ve bunun memleketi kazara Mezopotamya olsa, TRT Kurdî’de Kürtler halay çekmeye devam edecek Aydın Aydın’ın kulak yakan Kürtçesi eşliğinde.
Bu, sanırım Türkiye’nin mevcut hali için çok şey söylüyor. Ne duruyoruz? Halay çekelim!