Geçen hafta Mehmet Yılmaz yine zehir zemberek bir
yazı yazdı. Her zamanki keskin ironisi ve zekasıyla bu kez asla
sona ermeyen gürültüye değiniyor ve Bebek ilçesi için bir ‘Rüşveti
paylaştırma komisyonu’ kurulmasını öneriyordu.
Yazıdan anlıyoruz ki Bebek’te yaşayanlar bir süredir sabah beşe
kadar müziği ve gürültüyü kesmeyen eğlence yerlerinden şikayetçi.
Ama hiçbir şey değişmiyor. Türkiye’de bu konuda vatandaşı koruyan
kanunlar olmasına rağmen gürültü dinmediğine göre birileri bundan
rüşvet alıyor olmalı diyor Mehmet Yılmaz ve o rüşvetin
paylaşılmasını öneriyor: “Madem rüşvet yüzünden gürültüyü önlemek
mümkün olamıyor, o halde bundan asıl cefayı çekenler de pay almalı.
Bebek ahalisine, her hafta zarf içinde bu paylar dağıtılmalı ki
adalet sağlanabilsin.”
Mehmet Yılmaz tabii ki dalga geçiyor; böyle bir şey olamaz. Ama
bu gürültü meselesi hep böyledir ve asla kazanan vatandaş olmaz.
Belki rüşvet de etkili sebeplerden biridir ama ben en temelde
aslında bu gürültüyü yapanların haklı olduğu, gürültüye maruz
kalanların da bunu hak ettiğine dair bir anlayış bulunduğunu
düşünüyorum.
Bir zamanlar Mehmet Yılmaz’ın “Boğaz’da oturmanın bir bedeli de
bu gürültüye maruz kalmak” gibisinden bir yazı yazdığını
hatırlıyorum. (Mehmet Bey, ‘ben öyle bir yazı yazmadım’ derse,
ısrar etmem; hayır kendisi eski yayın yönetmenim olduğu için değil,
daha çok Radikal’in dijital arşivi buhar olduğu ve kütüphanede
gazete ciltleri arasında geçirilecek günler gözümde büyüdüğü için…)
Böyle bir yazı hatırlıyorum çünkü o sıralar Beyoğlu’nda Türkü
barların gürültüsü arasında uykuya dalmanın yöntemlerini
geliştirmekle meşguldüm. Karakollara, zabıtaya oraya buraya
yaptığım onca müracaat sonunda esas kabahatin orada oturduğum için
bende olduğuna inanmıştım. Bu nedenle daha sonraki yıllarda eğlence
mekanlarının gürültüsünden yakınanların umutsuz mücadelesine hep
biraz üzülerek baktım.
Sonra inşaatlar başladı. Aslında onlar hep vardı. Ne de olsa biz
yıkıp yeniden yapmayı, olmadı tadilat yapmayı tutkuyla seven, en
muteber mesleklerin başına müteahhitliği koyan bir milletin
evlatlarıyız. Depreme karşı kenti yenilesek içim yanmaz, yıllardır
kentin en uç semtlerinden en merkezi mahallerine her yerinde her
daim bir inşaat gürültüsü var. Artık bu gürültü İstanbul hayatının
fon müziği gibi. Bu sayede bir çoğumuz alıştık, duymuyor, rahatsız
olmuyoruz bile. Olsanız da bir şey değişmiyor. Siz o gürültüden
rahatsızlık duyduğunuz için kabahatin de anormalliğin de kendinizde
olduğuna ikna ediliyorsunuz.
Gürültüyü yapanlar asla rahatsızlık duymazlar. Çünkü kendini
başkasının yerine koymak, empati geliştirmek, bir diğerinin özel
hayatı ve huzuru hakkında endişelenmek eğer bir kültürel kodsa,
yaşadığımız toplumda bu minimum seviyededir. Malum, burası
kapısının önünü komşusuna doğru süpürenlerin, kendi ailesinden
başka kimseyi fazla umursamayanların ülkesidir. Kamu yönetimi de bu
durumu değiştirecek bir inisiyatif göstermez. Orada da gürültüyü
yapanlar eğer bir şirketse, bunu kamu yararına yaptıkları gibi bir
düşünce hakimdir çünkü. İnşaat ve ticaret, gelişme ve zenginleşme
yolunda kutsal uğraşlar sayıldığından olsa gerek, o işletme ve
inşaat sahipleri daima haklıdır. Adam para kazanmaktadır ve senin
pazar günü kafanı dinlemek, gece deliksiz uyumak gibi taleplerin
para karşısında ehemmiyetsiz kaprislere dönüşür, böyle muamele
görür… Neticede yurdun dört bir yanında, her türden Türkiye
vatandaşı her daim gürültüye maruz kalır. Belki de bu yüzden asabı
bozuklar ülkesiyizdir, kim bilir? Birisi sesini yükselttiğinde
haberdar oluruz, ama çoğu kez ‘nasıl olsa çözülmez’ diye meseleyi
sineye çekeriz…
Mehmet Yılmaz’ın o yazısından hemen sonra bir DHA mahreçli bir
haber izledim CNN Türk’te. Bu kez gürültü mağduru Müjde Ar’ın ta
kendisi olarak karşımızdaydı. Bodrum’daki evinin yakınlarında
bulunan bir otelin gürültüsünden bezen, onca şikayete rağmen sonuç
alamayan Müjde Ar, oteli ve belediyeyi mahkemeye vermiş. Bir de
üstüne bunu CİMER’e bildirmiş… Düşünün Türkiye’nin en ünlü
isimlerinden biri, hem de kocası eski bakan önemli bir CHP’li, hem
de kendisi mücadeleci kişiliği ile tanınır… Ama otel gürültüsü
karşısında o kadar çaresiz ki Cumhurbaşkanlığı makamına
başvurmuş…
Bu haberden bir iki gün sonra da gazeteci arkadaşımız Elçin
Yahşi’nin umutsuz tweet’ini gördüm. Sabaha kadar balkonda müzik
dinleyip çene çalan komşuları yüzünden 40 yıldır yaşadığı
mahallesinden taşınma noktasına gediğini yazmış. Üstelik bu
‘komşu’nun bitimsiz gevezeliklerini romantik bir işmiş gibi
gösteren Twitter paylaşımı beş bin ‘like’ almış. Ve Elçin
sükunetini koruyarak sormuş, “şunu favlayan 4867 kişinin tamamı
Topağacı’nda oturuyor sanırım…” diye. Tabii ki oturmuyor, onlar da
empatisizin empatisiz takipçileri…
Ben de mesela, en son karşımdaki yat limanı inşaatını şikâyet
ettim. Ne cüret, değil mi? Ama tabii ki bir şey olmadı. Haliçport
inşaatı yedi gün yirmi dört saat sürüyor. Hafriyat kamyonlarına her
gece 2.30’da yükleme yapılıyor. Biliyoruz çünkü sesi, denizi aşıp
karşı yakada Balat ve Fener’deki bütün mahallelerde yankılanıyor...
Beyaz Masa'yı aradım kayıt bıraktım; kibar bir görevli geri aradı.
Gidip inşaatı görmüş. Ama ellerinden bir şey gelmezmiş, hem
Büyükşehir’e değil Beyoğlu Belediyesi’ne bağlıymış inşaat hem de
‘kamu yararı’ olduğu için tatil günleri de geceleri de çalışma izni
varmış... Yani, sık dişini bekle. Hatta ‘daha çok çalışsınlar, hiç
durmadan çalışsınlar da bir an önce bitsin o inşaat. Yeni biri
başlayana kadar biraz kafamızı dinleyelim’ diye dua et. Ben şimdi
öyle yapıyorum. Bir de ileride gidip önüne yatımı bağlar, o güzel
tesislerde yer, içer eğlenirim diye hayaller kuruyorum… Ne de olsa
‘kamu’ olarak buradan da biz ‘yararlanacağız’, bütün o izinler onun
için veriliyor, değil mi ama!