Bu hafta, sansürün kaldırılmasının yıl dönümü olan 24 Temmuz Basın Bayramı ile başladı. Kutlanamayan bu bayram, aynı zamanda dokuz aydır hapiste olan Cumhuriyet gazetesi yazar ve yöneticilerinin yargılandığı davanın da ilk duruşma günüydü. Yine aynı gün, yandaş gazeteler tarafından Büyükada gözaltılarıyla da ilişkilendirilerek, pek çok gazetecinin açıkça hedef gösterildiği “kaos planı” yalanının yürürlüğe konulacağı gün olarak işaret edilmişti. Giderek tırmanan Almanya krizi, meclisin içtüzük marifetiyle son fonksiyonunu da ortadan kaldırma mesaisi, HDP milletvekillerinin başlattığı direniş nöbeti, işlerini isteyen kamu çalışanlarının eylemlerine dönük bitmeyen saldırılar haftanın diğer gündemini oluşturdu. Farklı başlıklar halinde duran bu gündem yekûnu, aslında uzun bir süredir rutine dönüşmüş tek bir gündemin içinde yer alıyor: İktidarın gücünü sürdürmek için bir “çaresizlik dünyası” inşa etme çabası ve bunun karşısında durmaya çalışan demokrasi, adalet, özgürlük mücadelesi. Yaratılmaya çalışılan “çaresizlik dünyası” meselesini Cumhuriyet gazetesi davası üzerinden biraz açalım.
Çok derin bir yargı kriziyle karşı karşıya olunduğu çok açık. Yargı personelinde önemli bir vasıf erozyonu yaşandığını mesleğin deneyimli isimleri söylüyor. Sonuçları vahim ama kendileri aşırı basit hatalar hemen her davada önümüze çıkıyor. Fezlekeler, bilirkişi raporları, iddianameler ve mahkeme kararları en temel hukuk bilgisinden bile yoksun ifadelerle dolu. Niyet okumalar, “adeta” denilerek her türden suç ile -mesafeye bakılmaksızın- ilişki kurabilen cümleler “hukuk” metni olarak önümüze konuluyor. Cumhuriyet gazetesi davası da böylesi saçmalıkların birbirinden özel örneklerinin yer aldığı bir hukuk skandalı olarak devam ediyor. Aylardır hapiste olan Cumhuriyet yazar ve yöneticileri ile avukatları günlerdir yaptıkları savunmalarında bu hataları, saçmalıkları birer birer mahkeme heyetinin yüzüne vuruyor. Sipariş verilen pideciden, çalıştırılan parke ustasından örgüt bağı kurmaya, manşetlerden suç tedarik etmeye çalışan iddiaları tek tek çürütüyorlar. Zaten Cumhuriyet gazetesinin cemaat ilişkisiyle suçlandığı iddianameyi hazırlayan savcının aynı zamanda FETÖ sanığı olması yeterince büyük bir saçmalık.
Peki bütün bu saçmalıklar, bariz hatalar, değil hukukun aklın bile kabul etmesi zor iddialar bir beceriksizliğin, vasıfsızlığın, özensizliğin ürünü mü? Açıkçası bu kadar hata özel bir dikkat olmadan, bu kadar saçmalık özel bir “akıl” olmadan pek mümkün değil. Nedir bu “aklın” “dikkatle” hazırladığı dava garabetlerinin amacı? Çaresizliğin tüm hücrelere kadar yerleştirilmesi, sindirilmesi ve kabul ettirilmesi. Çünkü, uydurulmuş, kurulmuş olsa bile bir mantıklı delile, iddiaya dayandırılmış suçlama karşısında, eninde sonunda gerçeğin ortaya çıkma olasılığı devam eder. Fakat, akıl, hukuk, mantık, izan gibi hiçbir ölçüye gelmeyen hatta tutarlı bir dayanak bile aranmaksızın insanları tutuklamaya, hapse atmaya, yargılamaya başlarsanız ve daha önemlisi bunu bir “hukuk” hadisesi gibi kabul ettirirseniz bu olasılığı da imha etmiş olursunuz. İddia boş olunca ispat yükümlülüğü de ortadan kalkar. Neden ve gerekçe ortadan kaldırıldığında, geriye sadece “ben öyle istediğim için öyle” kalır. Ayrıca, mesnetsiz, uyduruk iddialarla masum olduğundan şüphe duyulmayacak insanları hapsetmek, onlara ve tüm yakınlarına özel bir eziyet programı uygulamak, sadece o insanlar ve onların dahil olduğu meslek grubunu değil aslında herkesi hedef alır ve lafı herkesedir.
Böylece, iktidar karşısında çaresiz bırakılmışlardan ve bunu kabul edenlerin sayısını sürekli artıran Kafkaesk bir dünya inşa ediliyor. Cumhuriyet gazetesi davasında savunma yapan bütün isimler aynı şeyi söylüyorlar: “Biz gazetecilik yaptığımız ve direnme ısrarımız yüzünden hapisteyiz”. Davanın olası seyri ve ara kararlarla tahliyeler olup olmayacağı da bu keyfilik çerçevesinde tartışılıyor. Avrupa gerilimi, sonbaharda verilecek AİHM savunması, vakıf üzerinden Cumhuriyet gazetesinin ele geçirilmesi işinin kotarılıp kotarılamadığı, iktidarın gerilim ihtiyacı ve benzeri iç ve özellikle de dış siyasi mülahazalar olasılıkları çerçeveliyor. “Almanya’dan bile daha bağımsız” olan yargının bu siyasi konjonktürde nasıl karar vereceğine ilişkin tahminler yapılıyor. İktidarın yargı marifetiyle “Batı'ya nasıl mesaj vermeye niyetlendiği” “hukuk” sahnesinin performansını belirliyor. İktidarın taktik hamlelerinde “yumuşamaya” yer açılma ihtimali üzerine papatya falı açılıyor.
Dolayısıyla, bütün siyasi davaların giderek - ve artık tamamen - hukukla herhangi bir bağı kalmadığı iyice ortaya çıkıyor. İşte bu yüzden, duruşmalarda “cesaret hakkını” kullanmayı sürdürenler saçmalıkları ve hataları birer birer kayda geçirdikten sonra, açıkca adını koyarak siyasi savunma ve aslında iktidara dönük suçlamalarıyla cevap veriyorlar. Bu konuda Ahmet Şık’ın teknik olarak savunma sayılan “suçlaması”, en kristalize örnek. Hukuki bir meseleyle karşı karşıya olunmadığını ve yaşanan şeyin gerçek adını mahkeme heyeti aracılığıyla iktidarın yüzüne söyleyen Ahmet, zalimlerin en korktuğu şey olan cesaret hakkını sonuna kadar kullandı.
Kriminalize edilerek zayıflatılmak istenen destek ve dayanışma çabalarının da bu tavırla uyumlu bir siyasi pozisyona evrilmesi gerekiyor galiba. Fakat, Ankara’dan İstanbul’a yürünen yüzlerce kilometre ve Maltepe’de toplanan yüz binlerce insanla verilen “adalet hukuki değil siyasi taleptir” mesajının altının doldurulması konusunda son olarak Cumhuriyet gazetesi davası vesilesiyle de görüldüğü üzere, biraz zafiyet yaşandığını da söylemek gerek. Siyasi mücadeleyi iktidar alternatifi üretmek kısırlığına sürme çabaları yeniden öne çıkarken, bir siyasi talep olarak adalet istenecek bütün zeminlerde güçlü ve kararlı biçimde var olma iddiası pek yerine getirilmiş değil. Burada kastettiğim ağırlıklı olarak adalet yürüyüşünün sahibi CHP, ama sözüm onunla da sınırlı değil...