Akademik kurumlarla ilişkisi olmayan okur için, Boğaziçi Üniversitesi hocalarının 'şu devirde' sergilediği tavrın değeri yeterince anlaşılmayabilir. Bugün çok kısaca, öğretim üyelerinin orada yaptığının anlamından ve kayyımın 'yardımcı bulma' sorununun benzersizliğinden söz etmek istiyorum.
Öğrencilerin tepkisine ve eylemlerine değinmeyeceğim. Pırıl pırıl, yaratıcı insanlar, reddetmenin güzelliğinin farkındalar, bu satırların yazarının artık sahip olamayacağı bir heyecana, düş gücüne ve umuda sahipler; ayrıca 2021 Türkiyesi'nde siyasi gündemi bir hafta boyunca Oğuzhan Asiltürk'ün meşgul edebildiği düşünülürse, muhtemelen bazen kendilerini başka bir gezegende yaşar gibi hissediyorlar.
İki öğrencinin tutuklanmasının gerekçelerini tahmin etmeyen yoktur muhtemelen. Sonrasındaki gözaltıların da. Öğrenciler (ve hocaları) atanan rektörü 'tanıdıkça sevmediler', mesele bu. Belki de artık Metallica dinlemiyorlardır, bilinmez! Olup bitenin hukukla bir ilgisi olmasa da, şunu bir kez daha hatırlatmak gerekiyor belli ki: Düşünce ve ifade özgürlüğü ilkesi, 'rahatsızlık veren ve hatta şoke edici' düşünceler söz konusuysa gündeme gelir. Cici düşünceler, söz, eylem ve yazılar için öngörülmemiştir bu ilke.
Kuşkusuz takdir etmeyi de bilmek gerek. Rektör atanan şahıs, yalnızca bir ay içinde iktidar partisinin yirmi yılını özetlemeyi başardı! 'Metallica dinlerim ve çok sempatiğim' ile başladığı macerada, 'değerlerimize aykırı' diyerek kulüp kapatır hale geldi. Hızlandırılmış AKP kursu gibi.
Kabullenmeyen Boğaziçililere diş geçirmek için kamuoyu desteği aranıyordu (ki bana kalırsa o hesap da tutmadı) ve memlekette en bereketli (hatta ana muhalefet sözcüsünün dahi kolaylıkla saçmalayabilmesine neden olan) konular malum. Din, milliyetçilik, bazen ikisi birden. Ali Duran Topuz bu konuda yazılması gerekeni yazdı, her sözcüğüne katılıyor ve buraya bırakıyorum.
Bu yazıda dikkatinizi, özellikle 'hocaların' tavrına çekmek istiyorum.
Boğaziçi ve diğer üniversiteler için 'yergi' yazısı yazılabilir, çok yazdım, başkaları da yazdı, yine yazılacak kuşkusuz. Diyelim, bir önceki rektörlük 'atamasına' keşke karşı çıkılabilseydi, 'kurumu koruyalım' ve 'bu da bizden nasıl olsa' dışında bir şeyler düşünülüp öngörülebilseydi. Olmadı. Neden olamadığı, okuduğunuz yazının ve bu kritik günlerin konusu değil. Nitekim 'kurum koruma' hedefi de gerçekleşmedi. Yaklaşık yirmi yıldır, bir adım atıp bekleyen ve ardından diğer adımı 'er ya da geç' atan bir iktidar yönetiyor ülkeyi. Kadrosu, şusu busu değişti, ancak bu yol yordam ilk günden itibaren terk edilmedi. Edemezler. İdeolojik altyapı ve 'rotanın' zorunlu sonucu bu. Dolayısıyla, Boğaziçi'nin bunları yaşayacağı beklenebilirdi.
Ancak iktidar bu kez hiç ummadığı, hesap edemediği bir tepki ve sabırlı dirençle karşılaştı. Kamuoyu tepkisi de bekledikleri yönde olmadı. Şaşkınlık ve öfkelerinin nedeni bu. Örneğin, Ankara Üniversitesi'ne üç dönem AKP milletvekilliği yapmış bir isim rektör atandığında haber bile yapılmadı memlekette. Üniversitede yüksek sesle tepki gösteren çıktı mı, bilmiyorum, işitmedim. İçinden gösteren olmuştur tahmin ediyorum. Gerçi haklı olarak, 'biz İbiş görmüş insanlarız!' diye düşünen de vardır.
On yıllar boyunca bir gelenek inşa etmiş köklü okulların, kendilerini diğerlerinden daha dokunulmaz gören bir halleri var. Bu 'hal', öyle görünmekle birlikte kibirden kaynaklanmıyor bana kalırsa. Örnekle anlatmaya çalışayım: 1990'ların sonu (Öğretim Elemanları Sendikası yılları) ve 2000'lerin başında işlerin iyiden iyiye değişmeye ve neoliberal azgınlığın (hani şu kendisi iyi de çevresi kötü olan ideoloji) YÖK eliyle üniversiteleri alt üst etmeye başladığı yıllarda fakültede sürekli toplantılar yapılır, metinler hazırlanır, davalar açılırdı. Elimizde imza metinleriyle oda oda dolaştığımız dönemler. O zaman yaşını başını almış ve güvendiğimiz hocaların bir kısmından “burası Mülkiye, endişenlenmeyin bir şey olmaz” cümlesini işitmişliğim çoktur. Kibir değildi bu. Onca yıl çalıştıkları ve en prestijli hallerini, YÖK öncesini bildikleri kurumlarının, ülkeyle birlikte bu günlere varabileceğini hayal dahi etmiyorlardı. Kimi hocalara, Mülkiye'nin de Türkiye'de olduğunu anlatmakta zorlandığımızı hatırlıyorum!
Boğaziçi'nde de benzer bir atmosfer olduğunu tahmin edebilirim. Hemen her dönem en prestijli kurumlardan biri olmuş, geleneği güçlü, yurt dışında adı sanı bilinen ve kabul etmek gerek, son yıllara dek büyük ölçüde 'dokunulmaz' kalabilmiş bir üniversite. O bir tür dokunulmaz konum ile genel kabul görmüş kurum gelenekleri arasında güçlü bir bağ var kuşkusuz. Örneğin, her ne kadar sonrasında arkasında durulamadıysa da, bir önceki dönem rektör Gülay Barbarosoğlu'nun “yüzde 86” oy alması hayli çarpıcı ve Boğaziçi'ne özgü bir sonuçtu. Aynı seçim döneminde İbiş, Ankara Üniversitesi'ndeki oylarını ikiye katlamıştı. Boğaziçi'nde bugün kabullenilmeyen rektör AÜ ya da başka bir devlet üniversitesine atanmış olsaydı, ilk günden onlarca profesör doktor 'yardımcılık' kuyruğuna girer, bu sorunlar yaşanmazdı. Türkiye'deki çoğu üniversiteden 'akademik özgürlüğü' dert edinen 'azınlığı' çekip alırsanız, geriye iyi ihtimalle Afyon dinlenme tesisi nevi bir şey kalır.
Tahmin ediyorum Boğaziçi'nde de, 'biz Boğaziçiyiz, geleneklerimiz güçlü, bu dönemi böyle böyle atlatırız,' gibi bir çoğunluk kanaati vardı ve azınlıktakilerin endişesi pek dikkate alınmadı bir süre. Fakat, Hisarüstü de Türkiye sınırları içinde ve iktidardakiler siyasal İslamcı! Tek tük kalmış küçük 'özgürlük adacıklarına' dahi tahammülü olmayan bir ideoloji. Geçtiğimiz yıllarda devlet üniversitelerini büyük ölçüde 'hallettikten' sonra, geriye az çok nefes alınabilen bir tek 'ada' kalmıştı.
Ancak Boğaziçi'ne yönelik hamlenin yalnızca 'çölleştirme arzusundan' kaynaklandığını düşünmüyorum. Kompleksten kavrulan insanların, kadrosunu ele geçiremeyecekleri yerleri kurutmak istediklerine kuşku yok tabii. Buna mukabil, üniversite arazisinin İstanbul'un en değerli toprak parçalarından biri olduğunu hatırdan çıkarmamakta yarar var. Kabataş Lisesi gibi!
Boğaziçili hocaların her gün gerçekleştirdiği eylem, ülke akademisindeki o son adacığı korumaya yönelik. Kurumu oturup susarak değil, ayakta ve sırt dönerek korumaya karar verdikleri andan itibaren etkili oldular. Böyle eylem kararlarını almak son derece zordur üniversitelerde. Yıllarca tanık olduğum akademik kurul toplantılarını, bir karar alınamasın diye tenezzül edilen türlü hokkabazlıkları anlatmam olanaksız. Çok trajik hikâyeler. Boğaziçi'nde şu ana dek çatlak ses çıkmaksızın her gün aynı eylemin yapılabilmesi çok büyük iş.
Doğrusu beni daha da fazla etkileyen, 2021 yılında Türkiye'nin başka bir üniversitesinde gerçekleşme ihtimali olmayan bir durum. Rektör düne kadar kendisine tek bir yardımcı bulamamıştı! Hiç kimse kabul etmiyordu. Sonunda zar zor bir kişi bulmuş görünüyor. İstenirse sabah akşam Boğaziçi eleştirisi yapılıp gözünün üstünde kaş aranabilir, ancak günümüzde karşılaşılması neredeyse imkansızlaşan böyle kararlı ve haysiyetli bir 'kurumsal tavrı' görmezden gelmek mümkün değil.
Bundan sonra ne olur? Falcılık yapmamak gerek, ancak Türkiye sınırları dahilinde Boğaziçi'ne herhangi bir üniversite ya da fakülteden 'kurul-kurum' desteği geleceğini sanmıyorum. (açıklama yapan bir iki mezun ve öğretim üyesi derneğinden söz etmiyorum.) Çeşitli üniversitelerde çok sayıda akademisyenin, kendilerini rektörlüğe sırtını dönenlerin yanında hissettiğinden hiç kuşkunuz olmasın. Bu destek ülke genelinde akademisyenler arasında dayanışmaya dönüşür mü? Yanılmayı çok istemekle birlikte, kısa vadede hiç ihtimal vermiyorum. Sayısız meslektaşı 'sivil ölüme' mahkûm edilirken gıkını çıkarmamış (sevinenleri hiç saymıyorum!) bir kalabalıktan söz ediyorum. Boğaziçililer bu tavırlarıyla, önümüzdeki dönemde karşılarına türlü idari-mali engeller çıkarılması ihtimalini de göze almış durumdalar ayrıca. Ezcümle, büyük kamuoyu desteğini bir yana bırakırsak, üniversite dayanışması bakımından Boğaziçililer ne yazık ki tek başına. Çünkü, Hisarüstü de Türkiye'de!
Sonuç ne olursa olsun, hocaların bu tutarlı ve kararlı tavrı çok etkileyici. Onur verici. Var olsunlar...
* 2 Şubat 2021 tarihli Boğaziçi Üniversitesi akademisyenleri nöbeti ve açıklaması (Video: Can Candan)