Son zamanlarda özellikle sosyal medyada çok yaygın olarak tartışılan bir konu var: Z kuşağı. Özellikle haziran ayı içinde gerçekleşen sınavların tarihlerinin iki kere değişmesinin gençlerde neden olduğu tepki ve onların bu tepkilerini ortaya koyma biçimleri çok geniş bir çerçevede tartışıldı, tartışılıyor. Aslında ben de bu tartışmalar sayesinde özellikle X, Y ve Z kuşaklarının ne anlama geldiğini kafamda yerli yerine oturtabildim. X kuşağı 1965-1979 arasında doğanları, Y kuşağı 1980-1994 arasında doğanları, Z kuşağı ise 1995-2009 arasında doğanları işaret ediyor. Sosyal medyada devam eden tartışmada özellikle öne çıkan, Z kuşağının bir profil olarak toplumun genelinden oldukça farklılaşması.
Aslında ben de en azından Gezi’den beri yaptığım söyleşilerimde, katıldığım televizyon programlarında “kuşak” kavramını giderek daha fazla kullanıyorum. Çok genel olarak söylersem Gezi olayını, tıpkı 68 gibi öncelikle bir kuşak çatışması olarak da değerlendiriyorum. Ancak tıpkı 68’de olduğu gibi Gezi’nin bu boyutu başlarda biraz öne çıkmasına rağmen, daha sonra özellikle de iktidarın yönlendirmesiyle Türkiye’nin ana akım ideolojik cepheleşmesinin sınırları içine hapsoldu. Bu nedenle de konunun kuşak boyutu maalesef geri planda kaldı. Yani bugün ortaya çıkan kuşak tartışmasının en azından Gezi’ye kadar geri götürülebilecek bir evveliyatı var.
Kuşak meselesinin önümüzdeki dönemde sosyal bilim literatüründe çok daha fazla yer kaplayacağını düşünüyorum. Bu çerçevede bu meseleye X, Y, Z nitelemelerinin ötesinde genel olarak bakmak yerinde olabilir. Uzun erimli toplumsal değişimin tipik göstergelerinden birinin doğurganlığın ve nüfus artışının azalması olduğu bütün dünyada kabul edilen bir realitedir. Kuşak kavramının ağırlıklı olarak ebeveynlerin evlatlarına olan mesafesi olarak tanımlarsak kuşaklar arasında 20-25 yıllık mesafeler olduğunu ileri sürebiliriz. Bu anlamda bir yüzyılda dört ya da beş kuşak olabileceği ileri sürülebilir.
Bunun üzerine kentleşme, okullaşma, refah artışıyla birlikte ebeveynlerle evlatları arasındaki yaş farkının arttığı da bilinen bir gerçektir. Ancak buna rağmen yukarıdaki örneklerden görüleceği gibi kuşaklararası değişim ortalama 15 yıla inmiş durumdadır. Önümüzdeki dönemde bu rakamın artmayacağı, aksine aşağıya doğru seyredeceği, yani kuşaksal değişimin daha sıklıkla devreye girebileceğini söylemek mevcut verilerle şaşırtıcı olmayacaktır. Yani, kuşakların ömrü giderek kısalıyor. Bu doğrudan toplumsal değişimin debisiyle ilgili.
Evet esas olan sınıftır ama bazı dönemlerde kuşaklar sınıf kadar önemli hale gelebilir. Türkiye’nin yurttaşlarının ortalama yaşının 33 olduğunu bir yerlerde okumuştum. Gezi’den itibaren ve önümüzdeki yakın bir gelecekte dâhil olmak üzere genç/yaşlı ayrım hattının Türkiye’nin egemen siyasi mahallelerini dikkat çekecek kadar dönüştürebileceğini düşünüyorum. Yaşlıların gençleri etkileme, yönlendirme, inşa etme kapasitesinin görece olarak düştüğü bir dönemden geçiyoruz.
Bu ülkenin muhafazakârları, İslamcıları, milliyetçileri, sağcıları istedikleri kadar aile kurumunun önemine vurgu yapsınlar, sosyolojik bir realite olarak ailenin çocukların toplumsallaşma süreçlerindeki rolü giderek azalıyor. Yani ebeveynlerin çocuklarını kendi istedikleri gibi yetiştirme olasılığı düşüyor. Aynı şey devlet için de geçerli. Devlet yurttaş yetiştirme teknolojisindeki rolü, aksi yöndeki her türlü söyleme rağmen geriliyor. Bütün bunların en önemli nedeni ise gayet basit. Sosyal medyanın, akıllı iletişim teknolojilerinin çocukların ve gençlerin toplumsallaşma süreçlerindeki etkinliği giderek artıyor. Bu alanları aile ya da devletin kontrol etme, denetleme kapasitesi kısa vadede bazı etkiler yapsa da, uzun vadede geri tepiyor ve dahası buna girişenlerin toplumsal gerçeklikle bağının daha büyük bir hızla kopmasına neden oluyor. Tıpkı imam-hatip okullarının hızla artmasının ateizm, agnostisizm, deizmin yükselmesine neden olması gibi. Aslında bütün bunlar sosyoloji diye bir bilimin, disiplinin varlığını mümkün kılan hızlı bir toplumsal değişimin varlığını gösteriyor. Zamanın ruhu, toplumsal teknoloji projelerini süpürebiliyor. Evet bu her zaman böyle olmayabilir ancak son zamanlarda özellikle böyle oluyor.
Türkiye’de görünürde olan toplumsallıkta özellikle dindarlar/laikler, sağcılar/solcular, Doğucular/Batıcılar arasında çok ciddi bir kutuplaşma yaşandığıdır. Ancak belki bir dip dalga olarak başka bir kutuplaşmanın geldiğini de gözden kaçırmamak gerekir. Bu konuya mutlaka mevcut X, Y ve Z kuşakları kavramsallaştırmalarıyla yaklaşmak zorunda değiliz elbette. Çok daha genel olarak örneğin 30 yaş altı kuşaklarla, 40 yaş üstü kuşaklar arasında çok ciddi bir mesafenin biriktiğini düşünüyorum. Bunları söylerken, kuşaklar arası mesafenin Adem ve Havva’dan beri mevcut olduğu gerçeğini göz ardı etmemeliyiz. Tarih dediğimiz şey zaten bir ölçüde bu kuşaklar arası değişimin bir sonucu. Ancak, bazen bazı kuşaklar arasındaki mesafe diğerlerinden daha belirgin olabiliyor. 68 kuşağıyla ebeveynleri arasında olduğu gibi. Ya da bugün Türkiye’yi yönetenlerle, geçtiğimiz günlerdeki merkezi sınavlara girenler arasında olduğu gibi.
Bu toplumsal değişimin politik sonuçları olmaması da mümkün değil. Aslında Gezi’den beri kendini hissettirmeye başlayan bu yeni toplumsal değişim ekseninin iktidar ya da muhalefeti oluşturan politik elit tarafından yeterince algılanabildiği pek sanmıyorum. Örneğin tüm siyasi hareketlerin elitlerinin yaş ortalamasını düşürmeye başlaması, on yıllardır aynı yüzlerle devam eden siyasi rekabetin vitrinin bu yeni eğilimleri göz önünde bulundurarak yenilenmesinin artık tartışılmaya başlanması gerekebilir. Özellikle de ittifaklar sisteminde artık yüzde 1’in altındaki oy oranlarının bile çok stratejik olabileceğini düşünülürse.