Kuşbakışı dış politika

Erdoğan kalsa da, ilk seçimle gitse de, nasılsa hiç bitmeyecek, adeta Borges’in kaleminden çıkmış gibi bir satranç partisinin içindeyiz. Türkiye’nin -yinelersek- tarih ve mekân olarak durumu öyle ki, en basit gibi görünen dış politika sorusunun bile yanıtı gelip bir yerinden o büyük ve ezeli “biz kimiz?” sorusunun yanıtına ilintileniyor.

Aydın Selcen yazar@gazeteduvar.com.tr

Alelusul gündemi yine tükettik, Batı dillerinden çeviri girişiminde bulunursak “çiğneyip tükürdük”. Ölen, öldüğüyle kaldı. Garê’de katledilen 13 rehine, 3 şehit, çoğu ağır onca yaralı. Idllip’te 36 şehit verilen saldırının da yıldönümü geldi, geçti. Aya gidiyoruz, Kanal İstanbul’u inadına kazacağız, fezlekeler gelecek “eller kalkacak inecek”, Gezi’de sokağa dökülen ahlâksızlar, terbiyesizler şimdi Boğaziçi’nde sahnede, S-400'leri ihtiyaç halinde kullanacağız, aşı için para verildiyse ticari sırdır, hem hukuk hem ekonomi reformu geliyor, anayasa da yapacağız, seçim kanununu da değiştireceğiz, ABD’nin ve AB’nin cibilliyeti belli, teröristlerin inlerine gireceğiz, HDP’yi de kapatacağız filan.

Öyleyse, bize de enginlere dalıp, genelgeçer verileri alt alta dizerek bir kuşbakışı dış politika ceraim raporu yazmak düşüyor. “Satranç tahtasına bakmak” yahut “çay yapraklarından fal tutmak” diyelim, havalı olsun. Değişenler ve değişmeyenler var. Değişenlerin değişme hızında değişim ve değişim yönünde de farklılık. Bir devlet kendi gücünü diğer devletlerle haliyle açıkça paylaşmasa da önce kendi gerçekçi biçimde bilmeli ki oyununu ona göre kursun. Bir de vizyonu ve dünya tasavvuru olmalı. Haritadaki yeri, yani jeopolitik önemi denli, değerler dizgesinde kendini nerede, kimlerle birlikte konumlandırdığı da önemli. Tarihiyle de yüzleşmiş ve sürekli yüzleşiyor da olmalı.

Bu anlamda en önemli değişen 20 Ocak’ta Biden’ın ABD başkanlık koltuğuna oturarak, uluslararası ilişkiler yeni yılını başlatması. Değişmeyen, Çin’in ABD açısından temel dış politika sınaması olarak kalması. Genel olarak Ortadoğu’nun ABD’nin öncelikleri arasında en tepelerden aşağılara doğru inmesi ve yine ABD’nin doğrudan askeri müdahale iştahsızlığı da değişmeyenlerden. Belki en sıradan değişmeyen de ABD’nin halen küresel güç olarak açık ara önde oluşu. Üstelik birleşik bir hesaplamayla, yani yalnızca askeri değil, istihbarat, teknoloji, ekonomi, toplumsal, siyasal tüm unsurlarıyla bir arada. Ve ister istemez “istisnai” konumda da aynı zamanda: coğrafya ve tarih açılarından.

Benim gibiler açısından bu yeni dönemin bir eskiye dönüşü de bir nefeste ezbere sayabildiğimiz isimler: Blinken, Sullivan, Austin, Burns, McEldowney, Gordon, McGurk, Bell, Sloat, Sherman, Nuland, Leaf, Thomas-Greenfield… Kurumsallık, yüksek profesyonel ve entelektüel ateş gücü geri geldi. Ve küresel, “büyük” konularda tartışma: ABD-Çin ekseni. Ayrıca kendi yatağından başka yerde yatmayı dahi zül addeden Trump’dan sonra Senato’da geçirdiği onyıllarını ve sekiz yıllık başkan yardımcılığını dış politika konularıyla birebir ilgilenerek geçirmiş bir başkan var artık. Keza Trump iki cümleyi peş peşe okuyamaz sıkılırken, Biden günlük istihbarat bültenini her sabah satır satır hatmettiği bilinen bir başkan.           

Bu tabloda orta ölçekli, NATO müttefiki, jeopolitik değeri yüksek, buna karşılık demokrasisi eksik ve giderek büyüyen ivmeyle eksilen Türkiye’nin önce aynaya uzun süre ve dikkatle bakıp, sonra kıspeti giyip, tekrar çayıra çıkmasında yarar var. Ortadoğu’nun azalan stratejik değeri içinde NATO üyesi Türkiye. Rusya ve İran’ın bölgesel ihtiraslarını, ABD’nin canını sıkma potansiyelini dengeleyen, çevreleyen Türkiye. Anlatısını yitirmiş, vizyonu kalmamış, sürüklenen, sıradanlaşmış Türkiye. Her şeyi aynı zamanda yapıp, al takke-ver külâh hesabı ödemeden masadan kalkan, kısa vadede kurnaz ama orta-uzun vadede “akıl-sız” izlenimi veren Türkiye. Soru: Her şeyin aynı kalması için, her şeyin mi değişmesi* gerekli? Yoksa dönüşümün başlaması için bir şeylerin değişmesi mi zorunlu?

Belki diplomatik erdem de, zorunluluk ortaya çıkmadan, öngörü ve sağduyuyla gerekli değişiklikleri zamanında yapmaktır. Şimdiye dek Ankara bir pazarlık arayışında: (kendi iradesiyle gereksiz yere aldığı) S-400 sistemlerinden vazgeçmeye karşılık açılan bir tezgâh. YPG’ye olan desteğin kesilmesi hatta YPG yerine ABD’nin Kuzey ve Doğu Suriye’de TSK ya da TSK destekli Suriyeli Sünni Arap unsurlarla işbirliği. Erdoğan’a uluslararası itibar sağlayacak Biden’la doğrudan muhataplık hattı. Ekonomiyi yüzdürecek kurtarma halatı veya Halkbank davasında anlayış, yaptırımlardan vazgeçmek gibi sarsmayacak adımlar. Bugüne dek ABD’nin bu “açılıma” yanıtı, “açılım yok, önce S-400’leri bırak, masa sonra” oldu. Bu diyalogsuzluk durumu ne kadar sürer? Hep böyle gidemez. Öyleyse?

Saray köşelerinde kasaba eşrafı, Şark kurnazı, küçük esnaf zihniyet cin olmadan adam çarpmak hülyaları kurup bunu stratejik tasarım sanadursun, büyük makinedeki farklı dişliler de dönmeyi sürdürüyor. “Biz şimdi düşünme aşamasındayız, makine biraz dursun” olmuyor. Sanki belli belirsiz bir örümcek ağı, Türkiye’nin geleneksel olarak (hani diyorlar ya “tarih ve mekân bilinci” diye) kaçındığı İran’ı dengeleme rolünü ona biçmek için örülüyor. Özerk dış politika adı altında Rusya’ya atılan palamarların Almanya gibi bir ağır sıklet için dahi yeni dönemdeki sınırlarını dün burada Sezin Öney çok yetkin biçimde yazdı. ABD’nin demokrasi ve özgürlük vurgusu ise Çin’le girdiği “model” rekabeti bağlamında kendi ulusal çıkarlarına oturuyor, vitrin süslemesi değil.

Buna karşılık Türkiye, Şengal’e sarkmak ısrarıyla Bağdat’ı zayıflatırken, İran’ı hem PKK’nin ardına itiyor hem karşısına alıyor. Fişhabur’da denetimi devralmak hedefi doğrudan ABD ile karşıtlıklara ekleniyor. Doğu Akdeniz’de attığı tek yanlı adımlar Yunanistan’a boyunu aşan biçimde İsrail, Mısır’dan Suudi Arabistan, BAE’ye dek oyun alanı açıyor. Libya’da siyasal çözüm karşısında ayak sürüme, ayrışan Almanya, Fransa ve İtalya’yı yan yana itiyor. AB üyeliğinin perde gerisindeki lobicisi ABD, artık AB ile koşut biçimde Türkiye’nin karşısında yer alıyor. Yine ABD, Ege’de Yunanistan’la işbirliğini derinleştiriyor.

Bilançonun artı hanesi de boş değil. Karadeniz’de ABD ve NATO’yla sürdürülen ortak etkinlik uyumlu. Kafkasya’da Karabağ Savaşı sonrasında ortaya çıkan denge de öyle. Ankara, gerisini Ermenistan’la diplomasi kapısını da açarak getirirse eli daha güçlenecek. Ukrayna’ya Trakya üzerinden doğal gaz tedariki de bir olasılık. Kuzey ve Doğu Suriye dışında kalan, içinden YPG dosyası çıkmış Suriye ve o bağlamda özellikle Idlip’te de güncel “dalgakıran” konumu, ABD, NATO, AB’nin işine geliyor. Akılcı davranırsa Ankara, Fransa’yla da Suriye üzerinden bir AB ile ilişkilerde yumuşama alışverişine girebilir.

Erdoğan kalsa da, ilk seçimle gitse de, nasılsa hiç bitmeyecek, adeta Borges’in kaleminden çıkmış gibi bir satranç partisinin içindeyiz. Türkiye’nin -yinelersek- tarih ve mekân olarak durumu öyle ki, en basit gibi görünen dış politika sorusunun bile yanıtı gelip bir yerinden o büyük ve ezeli “biz kimiz?” sorusunun yanıtına ilintileniyor. Aynı biçimde, bu kablolar yumağının içinden bir kablonun yanlış kesilmesi dahi topyekûn zincirleme bir infilâk sakıncası barındırıyor. Perakendecilik denilen tezgâha razı gelip, “karadüzen böyle gelmiş, böyle gider” dersek olan yine bize olacak. Dolayısıyla, şu vizyon ve ortak anlatı meselemizi evvela bir çözmemiz gerek. O işe de herhalde Kürt sorununun halliyle başlamamız. Önce İsrail, sonra Mısır ve BAE’yle de diplomatik iletişimi yeniden kurmamız ise atılabilecek en kolay ve getirisi en yüksek adımlar.               

*Tommaso di Lampedusa’nın özyaşamöyküsel “Il Gattopardo” romanından (Lucchino Visconti’nin aynı adlı filminde Alain Delon'un canlandırdığı) Tancredi'nin çok bilinen ve alıntılanan sözü.    

 
 
 
 
 
Tüm yazılarını göster