Kuşbakışı gelecek
Teknik sadece hedefe ulaştıran bir araç, yani bir kurşun olarak görüldüğü ve medeniyet de bu kurşunu “düşünce”sizce dört bir yana sıktığı sürece karanlık bir dünyayı çok da uzağımızda tutamayız.
İlk video: Ukrayna Savaşı’nda, kırsaldaki bir grup asker koşarak bir konumdan ötekine intikal ediyor. Bu manevrayı, 100 metre yukarıda dolaşan bir drondan izliyoruz. Askerler aralarında 50 metrelik bir uzaklıkla tek sıra halinde, teçhizat ağırlığını önemsemeden koşturuyor. Daha ziyade kaçıyorlar, ama düzensizce de değil can havlinin aceleciliğiyle.
Alandaki birinin, tam altından gelen ufak bir patlamayla düştüğünü görüyoruz. Bunun önce bir mayın olduğunu düşünüyoruz; fakat görüntü yaklaştığında fark edilen, askerin bir mayına basmış gibi parçalanmayışı. Ufak tefek yaraları var sanki, yine de vücut bütünlüğü korunmuş. Herhalde kalkar gider ya da arkadan gelen arkadaşından yardım ister sanıyoruz. Fakat o, kendisine hızla gelen arkadaki askerle göz teması kurmaya çalışır şekilde şaşırtıcı el hareketleri yapıyor: İşaret parmağıyla alnına vuruyor tekrar tekrar. Kafadan mı yaralanmış? Hayır, videonun devamından da anladığımız üzere kendisini öldürmesini istiyor diğerinden. Nispeten tehlikesiz olduğunu sandığımız bir durum söz konusuyken ve hiç değilse yaşama içgüdüsü baskın çıkacağı için öncelikle bir ilk yardımın beklenmesi gayet makulken ölmeye bu kadar kısa sürede nasıl karar verir diye şaşırıyoruz. Herhalde arkadaşı bunu yapmaz diyoruz. Ama aksine, artık yanına gelmiş olan diğeri, tereddüt etmeden silahını kaldırıyor, sanki tüm çareler tükenmiş ve alınacak başka tedbir kalmamışcasına, yerde yatanın başına nişan alıp gayet sakin bir doğallıkla tüfeği ateşliyor, sonra da bir şey yokmuş gibi koşmaya devam ediyor.
İkinci video: Aynı savaştan ve yine kırsaldan bir görüntü. Bu sefer iki kameramız var. Biri tam kuşbakışı, genel, sabit bir açı. Diğeri askerin birine yakın bir mesafede, son derece hareketli bir dronun kamerası. İki görüntünün birleşik kurgusundan anlıyoruz ki asker açık alanın ortasında ayakta bekliyor; duygusuz, öylece kalakalmış, silahını yere atmış, heykel gibi hareketsiz. Bakışları sabit, anlamsız, belli bir duygudan yoksun. Çevresinde vızır vızır, serbestçe, bir direnişe uğramadan dolanan drona karşı tamamen kayıtsız. Ne bir göz teması ne bir teslimiyet jesti. Dron askerin dibine giriyor, tam surat hizasında; mikroskop lamelindeki bir organizmayı sakince inceler gibi. Nihayet kafaya doğru diklemesine dalıyor, kayıt kesiliyor, zira tam o anda üzerindeki patlayıcıyı ateşliyor, asker yere yığılıyor.
Videoların ortak vurgusu haliyle drona karşı savaşan askerlerin psikolojisi. (Zira ilk askerin de mayına basmadığını, dron saldırısına uğradığını ikinci video ile karşılaştırarak anlayabiliyoruz.) Cephedekilerin bildirdiğine göre bu yeni savaş biçimiyle karşılaşanlar arasında intiharlar artmış; ama klasik anlamda bir intihar mı bu? Çünkü bazı düşünürlere göre intihar bile iradi bir seçim. Burada ise mutlak bir imkansızlık karşısındaki katatonik boyun eğişe şahidiz. Tanıklıklar gösteriyor ki dronlar bir grubu tespit edip harekete geçtiği sürece kişinin kendini savunması artık imkansız. Zaten dronların maliyeti düşük ve çok sayıda üretiliyorlar. Bir kovan dolusu akıllı arının bir kere saldırmaya görsün hedeflerine ulaşmaktan alıkonulamamaları gibi bu noktada sadece sürecin sonu bekleniyor. “Son”dan kasıt, askerin öldürülene kadar patlayıcılarla taciz edilmesi. Dron yapay zeka tarafından yönetilmiyor, yine de o şartlar altında dronun operatörü, aletin teknik donanımının belirlenimi tarafından koşullandığı için esasen bir makine gibi düşünüyor desek yeridir.
Savaşta aslında düşmanı öldürmekten ziyade esir almak çoğu zaman daha ideal ve kazançlı. Fakat bir esir alma prosedürünün başlatılması ilk elde insani bir etkileşimi şart koşar. Bu zorunlu zemin burada oluşmuyor; çünkü birini esir almak, ilk elde ona bir silah doğrultmayı ve kasıtlı olarak ateş etmemeyi gerektirir. Tehdidi sürdürerek, bir yandan can güvenliğinin garantiye alınacağının imasını ince bir jestle iletebilmek de olmazsa olmazdır. Fakat bu örneklerde artık bir silah yok, dolayısıyla teslim olma teklifini yapmayı sağlayacak bir aracı da. Dron başlı başına bir kurşundur. Tek özelliği, düşünce ve tereddüt içermeyen hızıdır. Kurşun müzakerede bulunmaz, niyetine karşı kayıtsız olduğu hedefine ulaşır sadece. Operatör de zaten bu sebeple kurşunlaşmıştır, bir an önce sorun çıkmadan aleti hedefe vardırmak ister.
Dolayısıyla iki kurban da, dronlarca hedeflendiklerini bildiği için olacakların farkındadır. Patlamalarla hayata veda edeceklerdir. İlk asker bu sürecin acılı geçeceğini düşündüğünden, hemen ölmek istemiştir. Teorik olarak zaten ölüdür, bunun pratikte de derhal gerçekleşmesini arzular. İkincinin durumu ise daha vahim. Mutlak bir edilgenlik içindedir. Karşılaştığı aletin her türlü üstünlüğünden dolayı kendi varlığını hiçleştirmiştir. Yok olmayı bekleyen biyolojik bir yığına dönüşmüştür artık. Teslim olmaya çalışmaz, olamaz bile.
Tarih boyunca savaş alanlarında tarafların üstünlük kurmak için ileri teknik donanımlardan ve karmaşık toplumsal organizasyonlardan yararlandıkları aşikardır. Elbette bu sebeple ordunun, gündelik hayatı sınırlarına kadar zorlayan, hatta onun ötesine taşan araçları tercih etmesinden kaçınılmaz. Hatta bu yöntemler, şiddet üretip tahakküm kurmak için verimli ve etkili oldukları ölçüde, sivil yaşama da bulaşır. Tüm teknik ve toplumsal imkanların en uç noktada seferber edildiği sıcak savaş hallerinde doğrudan sahada gerçekleşenleri gözlem bu yüzden önemlidir. Bu sayede, ordunun hali hazırda en öncü imkanların tekelini elinde bulundurduğunu göz önünde tutarak, savaş sonrası sosyal yaşamın öngörülü bir temsilini, imgeler bütününü, sentetik-minyatür bir modelini vakti gelmeden hayal etme imkanına kavuşuruz. Tarihsel örnekler: Endüstri devrimiyle karakterize Napolyon savaşlarında sıkça kullanılan sahra topları tarafından parçalanan askerler fabrikalarda çalışan işçilerin makineler karşısındaki durumunu; seri üretim ve toptan seferberlik ile karakterize 1. ve 2. Dünya Savaşı’nda nitelikten niceliklerine indirgenen askerler sayısal verimlilik ve kitle kültürü içinde eriyen insanların durumunu önceler.
Ukrayna Savaşı, korkunç gözükse de yeni tarzların denendiği bir tür laboratuar olma işlevi görmekte ve bize gelecekten bazı imgeler sunmaktadır. Söz konusu dronlarda YZ’nin henüz kullanılmadığı belirtilmişti. Ama kontrol sahibi operatörün bile zaten tekniğin güdümüne girmesinin yanı sıra, yakın gelecekte bu insani öğenin de, görsel tanıma yetisi epeyce gelişen YZ’yle ikame edilmesi işten bile değil. Dolayısıyla, askerlerin davranış tarzı, insanın kendisinden bu denli üstün bir aletle karşılaşma olgusunun nüvesini şimdiden içerir. Aynı zamanda bu durum, yine insanın aynı alet karşısında, sıcak savaş durumu da olmaksızın, ekonomik, kültürel, bilişsel bilimum alanda yaşayacağı acizlik, beyhudelik, yılgınlık duygularının nüvesini de önceden hissettirecektir. Başka güncel bir örnekle insanlığın durumu, her hamleyi önceden hesaplayan “Demir Kubbe”nin otomasyonunu aşamayan roketleri atanların bıkkınlığına yakınsayacaktır.
Yazıdaki analojilerin amacı insan-teknik ilişkisine dair kapsamlı bir sorgulama vermek değil. Amaç, yaygınlaşması olası bir fenomen hakkındaki bir sezgiyi vurgulamak. 19. yüzyılda ludistler; makinelerin, işlerini ellerinden aldığı ve sefaletlerini yoğunlaştırdığı gerekçesiyle öfkelerini, naif ve soyut bir hümanizm eşliğinde bu makinelere yöneltmiş ve bunlara fiziksel zarar vermeyi yaygın bir protesto biçimi haline getirmişti. Tabii sonra, esas mesele olan ekonomik üretim tarzları ve mülkiyet rejimleri üzerine düşünüşlerin artmasıyla bu tepkiler anlamsız hale gelmiş, soyut bir niteliğe bürünmüştür. Günümüze geldiğimizde, bu sefer YZ’ye yönelik benzer bir tepki söz konusu olursa hedefteki nesnenin ilk elde sembolik olarak nasıl kurulacağına dair dikkatlice düşünmek gerekir.
Bilindiği üzere, dijital düzeyde var olması YZ’yi belli bir zaman ve mekandan münezzeh kılar. Küresel bir ağ içinde tüm yaşamın içine işleyen, sonsuz kopyası olması sebebiyle asli bir kaynağı bulunmayan bir oluşuma yönelik duyguların fiziken nereye yönlendirileceği ilginç bir sorun. Bunun başlamadığı yerde, olumlu bir yabancılaşma da yaşanamayacağı için daha soyut bir bilince nasıl ulaşacağımıza dair sorgulamak da aynı oranda önemli. Ayrıca YZ’nin, endüstriyel makinelere nazaran iş yapma konusunda insanın moral algısını fazlaca etkileyecek bir özelliği daha var. Makineye zaten fiziki üstünlüğünün hakkı kolayca verilirken, YZ’nin, bugüne kadar sadece insana mahsus ve kutsal bir alan olarak peşinen (yine de tartışmalı şekilde) kabul edilen bilişselliği veya “noetik” olanı da layıkıyla taklit edebilmesi, hatta üstüne çıkabilmesi, bu bağlamda onun esas yıkıcı tarafı. Yani artık kimse bir fork-lift’in beş ton kaldırmasına şaşırmayacakken YZ’nin kendince bilgi sentezlemesi, hesaplaması, çözüm sunması, konuşması, yazması, görseller oluşturması, müzik yapması, ayrıcalıklı sanılan bu yetilerin kolayca kopyalanabileceğine, dolayısıyla insan olmaksızın icra edilebileceğine dair garip bir ürperti yaratıyor. Zira başarılı taklitler aslını epeyce hırpalayabilir de.
İşte örneklerdekilerin psikolojisi bu açıdan kayda değer. Yorulmak bilmeyen dronlara karşı sadece intihar eden ya da donup kalan askerler, yakın gelecekte YZ teknikleri karşısında işleri kadükleşecek çalışanların habercisi konumunda gözüküyor. İnsanın yaşam enerjisi, ifade edilebilecek bir mecra bulamadığında depresyon, melankoli gibi ruhsal bozukluklarla yüzeye çıkar. Çaresiz donuklukların, tepkisizliklerin, anlam bulamamanın, katatoninin yaygınlaşma riski yükselir. Çünkü kim kime şikayet edilebilir? Bunu yaratanın yine sadece insanın kendisi olduğu varsayımından ötürü bu olumsuzluklara eşlik edecek bir suçluluk duygusu da cabası. Bu noktada, insanın teknik ile kurduğu varoluşssal ilişki yeniden düşünülmeli. Çünkü teknik, insanın tanımının yapılması konusunda ciddi bir ontolojik direnç olduğu ölçüsünde de güçlü bir olanak. Bu bağlam ışığında güncellenecek bir ilişkisellik, gerçekleşmesi mümkün bu karamsar tabloya daha içgörülü, düşünceli ve yumuşak bir geçişi sağlayabileceği gibi sadece insana da değil, tüm yaşama birden yapıcı bir anlam tayin edebilir. Fakat teknik sadece hedefe ulaştıran bir araç, yani bir kurşun olarak görüldüğü ve medeniyet de bu kurşunu “düşünce”sizce dört bir yana sıktığı sürece karanlık bir dünyayı çok da uzağımızda tutamayız.
Elbette burada “makineler insanlığı ele geçirecek” ya da “ürettiğimiz silahlarla kendimizi yok edeceğiz” gibi sığ bir bilimkurgu seviyesinden konuşulmuyor. Aksine, bizi bahsettiğimiz çıkmazlara sürükleyecek psikolojik zemini hazırlayan anlayış, tam da bu dikotomik, araçsal bayağılık. Sonuçta, fiziksel olsun bilişsel olsun her türlü insani yeti, organizmamız dışında ürettiğimiz bu protezlere kaptırılabilir, zaten hep böyle olmuştur, hatta arzulanagelen de budur; ama etraflıca düşünmeden kapılabileceğimiz ani bir motivasyon kaybının yaratacağı umutsuzlukla, “bilhassa eksikliklerimizden anlam üreterek atılımda bulunma yetimiz”den de vazgeçilirse bu kısır tartışmalara saplanmak olasıdır, ki bizatihi bu hermenötik yetiye ancak varoluşsal bir kaygı eşlik edebileceği için makine karşısında onu kaybetme evhamına kapılmak aslında çelişkili. Yine de duyularımıza seslendiği ölçüde duygularımızı hızlıca tuzağa düşürebilecek bu araçlarla her yönden iç içe geçerken, felsefi soğukkanlılığı yitirerek paniğe kapılma riskiyle birlikte yaşayacağız bir süre.
Kısacası, derin tehlikelerin karşısında dikildiğimiz kadarıyla bir yandan şaşırtıcı olanakların da önümüzde açıldığı gergin zamanlardayız. Askerlerin ruh halinin tasviri, bu hassas dengenin ciddi oranda bozulabileceğine dair imgesel bir uyarı. Ama Herakleitos’un dediği üzere “Uzlaşmaz şeylerin kendi aralarında nasıl uzlaştığını anlamazlar. Karşıt dönüşlerin uyumu; yay ve lirdeki gibi.” Yayın teliyle ölüm de saçılır, müzik de yapılır; çünkü tel gerginliğiyle maluldür.
ERDEM TEZBAŞARAN
AĞUSTOS 2024