Hayır, “seçim sonuçları hepimize hayırlı olsun” falan diye başlayamayacağım. Çünkü uzun saatlerdir bir an bile ara vermeksizin, hapisteki insanların 14 Mayıs gecesini nasıl geçirdiğini düşünüyorum. Aslına bakarsanız, bir gün önce de ondan önceki geceyi nasıl geçirdiklerini düşünüyordum. Hayırlı bir şey yok ortada.
Hakkında konuşacağım mevzu öyle sığ ki, dibi görünüyor. İstediği oyuncak alınmamış şımarık çocuk gibi davranmayı kendine hak gören büyükşehir densizlerinden sözedeceğim. Bu insanların, dillerine doladıkları işi sahiden yapıp çekip gitmek ya da en azından çenelerini kapatıp bize bulaşmamak gibi niyetleri de yok maalesef. Yahu ne kadar önemli yaratıklarsınız kardeşim siz! Evladınızı arabaya atıp götürdüler, cesedini yol kenarına mı attılar? Babanızın kalıntılarını, adam kaybolduktan yirmi sene sonra asit kuyusunda mı buldunuz? Hepinizi yere yatırıp postallarla üstünüzde mi dolaştılar, bok mu yedirdiler? Kızınızın bombayla parçalanmış minik bedeninin parçalarını tarladan mı topladınız? Cansız bedenini yanıbaşınızda, buzlukta mı tuttunuz sabaha kadar? Ulan, evi başına yıkılmış, en yakınlarını ve her şeylerini kaybetmiş insanların hangisi nerede, kime oy verdi, hangi şartlar altında oy verdiler, doğru dürüst bilmeden “ama o depremzedeler de…” diye atıp tutmaya da utanmadınız. Böyle haltları yeyip sonra da yüzsüzce insan içine çıkabileceğinize dair rahatlık belgesini nereden edindiniz? Söyleyeyim, sahte o. Düzgün insanın bulunduğu hiçbir yerde geçmez.
Şu bireysel ile toplumsal arasındaki münasebet meselesini çözemedik bir türlü. Şımarık büyükşehirli zevat, bir hayır işi için seferber olmuş, sanki kendi için uğraşmıyor da bizim için poposunu yırtıyor edâsında. Soralım: Muhteremler, sizi niye ilgilendiriyor seçim sonucu? Neden o değil de bu kazansın istiyorsunuz? Ne olacak meselâ o değil bu kazanınca? Hayatınızda ne değişecek? Ya da: değişecek mi bir şey? Belli ki değişecek. O halde kendin için de uğraşıyorsun. Üstelik bunda yanlış bir şey de yok. “Küstüm, uğraşmıyorum işte!” tripleri atmaktaki maksat nedir peki? “Sizin için uğraşıyordum, ama artık na şu parmağımı kıpırdatmam!” derken hangimize ne demek istiyorsun? “Ne haliniz varsa görün!” mü? Bunu sen demesen de yapabileceğimiz ortada. Yoksa “halk”a mı koyuyorsun tavrı: “Kurtarmıyorum lan sizi!” filan mı demeye getiriyorsun?
Galiba mesele şu: Hepimizle birlikte üzülmek istemiyorsun, birlikte silkelenmek istemiyorsun, birlikte toparlanmak istemiyorsun, birlikte moral düzeltmek, yeniden kuvvet bulmak istemiyorsun. Anahtar kelime: “birlikte”. Hepimizle birlikte bir halt etmek istemiyorsun. Ve bu seçim gibi, hayatımız üzerindeki yıkıcı etkisi ayan beyan ortada bulunan, dolayısıyla kıçını dönüp gitmenin imkânsız olduğu durumlar seni sıkıştırıyor: birileriyle birlikte davranmak zorunda kalıyorsun. Dönüştürücü bir kuvvet bile sözkonusu olsa, başkalarıyla birlikte bunun parçası olmaktan ürküyorsun. Tamam, onlar birlikte davranabilir, çünkü onlar sen değil, sen ve -sana değmemek, alanına girmemek, alanını paylaşmamak koşuluyla- senin gibi birileri biricik.
Halbuki: Sen de başkaları da hayatlarınızı ve senin terminolojinde pek anılmayan haysiyetlerinizi koruyorsunuz. Burada, evet, başkaları için eyleme geçmek var elbette; ama tamamen bireysel bir durum da var. Ve sen bunun farkında bile değilsin. Tavrını, “Ben de küstüm, korumıycam onurumu!” diye tercüme etsek tuhaf gelmez mi kulağa? Bu tuhaflık doğuyor, çünkü, ilkin, terminolojinde o kavram yeralmıyor. İkinci olarak da, bireysel ile toplumsal çelişmediğinde sen bireyseli teşhis edemiyorsun.
Her büyükşehir şımarığının seçimle ilgilenmeme, oy vermeme gibi bireysel hakları -her insan gibi- var. Bunlardan yararlansalar? Olmaz. O zaman “gündem” adı verilerek bünyemizden uzakta tutulmaya çalışılan ama pek başarılamayan çünkü aslında hayatımız anlamına gelen şeyden uzak kalırlar. Meselâ herkesin dilindeki diziyi izlemiyor gibi olurlar, mazallah ortam dışına itilirler.
Bu zavallıca tavrın gerisindeki minik trajedi: Rahatsızlığı ve çözüm arzusunu başkalarıyla paylaşmanın getirdiği bireysellik kaybı ürküntüsü. Zamâne Ruhu’na kavram kazandırma ihtimalini gözeterek, “Başkaları Korkusu” adını takabiliriz buna. Başkaları, istediğimizi yapmayıp kolayca suçlanabilir, dışlanabilir pozisyona geçtiklerinde, onları varsayabiliyoruz. Çünkü onların kusurları üzerinden kendimizi cilalayabiliyoruz.
Daha fazla ileri gitmeyeyim. Psikiyatristler, psikologlar haklı olarak, alanımıza girip ukalâlık etme, diyecekler.
Şöyle bağlayayım bu mevzuyu: Bir insan oy verir, vermez, şuna verir, buna verir, seçim sonucunu beğenir, beğenmez, bundan ötürü birilerine kızar, kızmaz, birilerini sever, sevmez… hepsi mümkün. Fakat kendi istifasını, alandan çekilişini gürültülü parıltılı gösterilerle sunması ve o “ben bu işte artık yokum” dediğinde kendi dışındaki dünyanın değişeceğinden emin olması nasıl bir kendini bilmezliktir? İnsanların canlarını dişlerine takıp didindiği bir alandan, “boşuna bunlar yea!” tafrasıyla çekilen, herkesin eşit haklara sahip olduğu bir dünyada zaten kendine yer bulamayacaktır.
Başta bahsettiğim özel duruma bağlayacağım sözü: Kimsenin “ömrü gasp edilmiş insanlar hapiste ne halt ederse etsin” anlamına gelecek lafları ve tavırları uluorta takınmaya hakkı yok. Birey dediğin kutsal değil, pek çok durumda o kadar matah bir şey de değil. Özgürlüğün insana hiçbir sorumluluk yüklemediği, aksine, tam da sorumluluktan kaçılacak hallerde ibraz edilen yetki belgesi gibi bir şey olduğu yanılsaması, her türlü örgütlü, dirayetli mücadelenin önünde yapısal engel haline geldi. Bireyin, gözetilmesi ve asla çiğnenmemesi gereken hakları var, fakat bireysel hakların gözetildiği ve çiğnenmediği bir ortamda yaşamak istiyorsa başkalarıyla birlikte davranma mecburiyeti de var. Aksi halde, biz telefona gömülmüş oyalanırken beri yanda haysiyetimizin üzerinde tepinilen -ve bir süre sonra artık bunu fark etmediğimiz- bir hayat sürüyoruz işte.
Birçok insan, allahtan, bahsettiğim züppeliklere hak ettikleri karşılıkları verdi, benim gibi fevrî davranmayan, sağduyulu, sakin insanlar, hattâ, muhatabı izan yoluna çağırıcı, uyarıcı girişimlerde bulundular.
Bireysel-toplumsal çelişkisi yok, şu anda bizim yaşadığımız gibi hallerde. Onur meselesi var. Biri çıkıp derse ki: Ortada benim onuruma dokunan herhangi bir hadise yok. Eyvallah, o zaman hangi sahayı istiyorsa terk eder, hangi tribüne geçecekse, sahada koşturanlara laf etmeksizin geçer oturur. Yok, onur-haysiyet meselesi olduğunda anlaşıyorsak, terk ettiği, kendi haysiyetini koruma-kurtarma gayretidir; bunu da kabullenmeli.
Meselenin en kötü tarafıysa şu: İnsanın, “tamam lan, ben haysiyetimi korumuyorum artık!” diye hepimizin duyacağı şekilde bağırmasının tek mânâsı olabilir: aslında bizi de vazgeçirmek istemesi. Sessizce çekilip gitme, haysiyet koruma mücadelesini terk ederken kendi haysiyetine bir darbe de kendi elinle indirmemenin tek yolu. Mücadeleyi terk etme, her bireyin hakkı. Sonradan kendini rahatsız hissetmemek için başkalarını da caydırmaya kalkma ise hak değil, düpedüz saldırganlık.
İnsanlar hapiste çürüyor. Oyun oynanmıyor burada.